Devrimci taktiğin sorunları-1

Gerçekliği bu somutluğu içinde bilince çıkarmadığımız sürece, herhangi bir politik tutum saptama, dolayısıyla devrimci politika yapma şansımız da kalmaz. Devrimci ilkelerimizi ya da bakış açımızı herhangi bir biçimde somutlamak olanağı bulamayız. Böyle durumlarda “Tek yol devrim!” ya da “Çözüm devrimde kurtuluş sosyalizmde!” demek ve bununla kalmak, gerçekte hiçbir şey söylememekle aynı anlama gelir. Zira bunlar bizim devrimci stratejik şiarlarımızdır; onları birer propaganda şiarı olarak her yerde ve her zaman coşkuyla haykırabiliriz, bunu İstanbul seçimleri vesilesiyle de yapabiliriz ve yapmalıyız. Ama yalnızca propaganda yapmış oluruz. Oysa biz somut bir politik olayla yüz yüzeyiz ve Lenin’in bu gibi durumlarda özellikle gözettiği gibi, devrimci politik süreci ilerletecek ya da onun önünü açacak somut bir devrimci politik tutum belirlemek durumundayız. Zamanla kaçınılmaz olarak sekterleşecek dar bir propaganda grubu olmaktan çıkıp sınıfın gerçek devrimci partisi olabilmemiz, bu alandaki yeteneğimiz ve başarımızla sıkı sıkıya ilintili olacaktır.

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 10 Kasım 2019
  • 10:11

(TKİP Merkez Yayın Organı Ekim’in Kasım 2019 tarihli 320. sayısında yayınlanmış metnin ilk bölümüdür…)

Burada Devrimci Taktiğin Sorunları başlığı ile yayınladığımız iki bölümlük metin, TKİP MK bünyesindeki yazışmaların ürünüdür. Yazışmanın ve dolayısıyla tartışmanın tüm kapsamı, TKİP MK’nın yakın zamanda parti örgütüne sunduğu Partiye Rapor’dan alınmış aşağıdaki sunumda var. Sunum burada herhangi bir özel açıklama yapmamızı gerektirmeyecek açıklıktadır…

İstanbul seçimleri ve devrimci taktiğin sorunları

11- İstanbul seçimlerine ilişkin olarak kamuoyuna açıklanan politikanın parti saflarında yer yer yol açtığı kafa karışıklığından muhtemelen tüm parti haberdardır. Bu karışıklığa ilişkin ilk bilgilerin yansıması üzerine, sözkonusu metni kaleme alan yoldaş buna ilişkin olarak iki mektup yazdı. MK bünyesinde mektupların ileri kadrolara ya da partinin tümüne de sunulması ya da aynı doğrultuda parti yayınlarında konunun incelenmesi önerileri gündeme geldi. Bu öneriler bir sonuca bağlanamadan İstanbul seçimleri gündemden çıktı. Ama hiç değilse partinin kendisi için, İstanbul seçimlerinin bazı yoldaşlarda yolaçtığı kafa karışıklığından dolayı mektupların ele aldığı konular önemini korudu.

Mektuplar MK içi yazışma kapsamında olduğu için, orijinal biçimleri özel bölümler ve açıklamalar içermektedir. Doğal olarak ileri kadrolara ya da partinin tümüne sunulmaları durumunda bu özel bölüm ve açıklamalardan arındırılacaklardı. Fakat genişletilmiş merkezi toplantıya [Ara Konferans] orijinal biçimleriyle sunuldular. Genişletilmiş merkezi toplantıdan ise mektupların özel bölüm ve açıklamalardan arındırılarak tüm partiye sunulması kararı çıktı. Duruma göre metinlerin Merkez Yayın Organı’nda yayınlanması da halen gündemde olan bir konudur.

Mektupların orijinal biçimi, genişletilmiş merkezi platforma onları kaleme alan yoldaş tarafından yeni özel açıklamalarla sunuldu. Burada yer yer bazı parti üyelerinde yaşanan düşünsel karmaşa ile buna zamanında müdahale edilememesine ilişkin olarak MK’nın kendi iç iletişimindeki bazı sorunlara yer verildi. Parti içi illegalite nedeniyle burada bunların tamamına değil fakat yalnızca aşağıya alacağımız kadarına yer verebiliyoruz.

***

Mektuplar Ara Konferans’a sunulurken yapılan açıklamadan…

(…) İstanbul İK’nın genel il raporunda yer alan aşağıdaki pasajlar, yaşanan düşünsel karışıklığın kaynağı konusunda yeterli bir fikir veriyor:

“Seçim açıklamasında ilkesel tutumumuz nesnel durum değerlendirmesi üzerinden ortaya konulmuştur. Fakat CHP ve adayının rolü daha geniş yer alsaydı ve komünistlerin sandık tutumuna vurgu yapılsaydı, tartışmalar yaşanmazdı diye düşünüyoruz. Bunları açıklamanın zayıflığı olarak değil eksikleri olarak görüyoruz.”

“Denebilir ki, bizim için seçim çalışması sandık tutumu değildir, seçimler üzerinden yoğunlaşmış bir siyasal çalışma-kampanya dönemidir. Fakat söz konusu seçim olunca, asıl olan siyasal çalışma olsa da, bunun bir parçası olarak sandık tutumunu ifade etmek de önemli diye düşünüyoruz. Başta yoldaşlarımız olmak üzere tüm çevre-çeper güçlerimiz açısından bir soru işareti oluşmaması için, sandık tutumumuzun daha net açıklanması daha işlevsel olurdu diye düşünüyoruz.

“İlimizde kadrolara yönelik olarak yapılan özel seçim toplantısında sandık tutumuna dair daha açık vurgular yapıldı. Komünistlerin hiçbir düzen partisine ve adayına çağrı yapmayacakları açıklıkla ifade edildi. Bu ifadelerin açıklamalarımızda da aynı açıklıkla olması iyi olurdu. Bunların açıklamada olmaması sebebi ile asıl öne çıkarılması gereken vurgular, tespit ve değerlendirmeler, sandık tutumu tartışmasının gölgesinde kaldı diyebiliriz.

“1975 meselesinin açılmasının ihtiyaç olduğu da ortada. 1975 örneğinin olduğu paragrafta ifade edilenler üzerinden İmamoğlu’na oy çağrısı yapıldığı en fazla tartışılan konu oldu.”

Kuşkusuz ilgili metinde, bu Ekrem İmamoğlu’na oy vermek anlamına da gelmiyor ifadesi aynı açıklıkla yer alabilirdi ve belki de bu durumda yine de bazı tartışmalar olsa bile bu denli bir karışıklığa yolaçmazdı. Ama bu durumda da saptanan taktik politikanın ruhuna aykırı hareket edilmiş olurdu. Saptanan politika diyor ki, bu bizim için bir seçim değil, fakat bu vesileyle dinci-faşist iktidarın iç yüzünü sergileme fırsatıdır. 1975’de, biz o dönemin devrimcileri, hiç de kime oy verilmesi ya da verilmemesi gerektiği üzerinde durmamıştık. Biz Faik Türün’ün 12 Mart’ın eli kanlı bir işkenceci paşası olduğunu emekçi kitlelere anlatmaya bakmıştık. Bu bir seçim faaliyeti değil, 12 Mart faşizmine karşı tümüyle bir siyasal teşhir kampanyası idi.

İstanbul seçimlerine ilişkin politikamızın da özü buydu. Bizim, yani biz sınıf devrimcilerinin işi, İstanbul seçimlerini yenileyerek konumunu güçlendirmeyi, böylece giderek kalıcılaştırmayı amaçlayan dinci-faşist iktidarın iç yüzünü sergilemeye yoğunlaşmak olmalıydı. Bu bir seçim kampanyası değil, seçimin oluşturduğu özel atmosferde yürütülen siyasal bir kampanya olacaktı. Bu kampanyanın sonuçlarının seçimde kime (İmamoğlu, Maçoğlu ya da bir başkası…) yarayacağının ise esasa ilişkin bir önemi yoktu. Bizim kurduğumuz siyasal eksen üzerinden bu yalnızca bir ayrıntı idi. Önemli olan Tayyip Erdoğan’ın (Binali Yıldırım’ın değil!) kaybetmesi idi. Ve bizim kendi konumumuz üzerinden bu sonuca katkımız, dinci-faşist iktidarın teşhirine yoğunlaşmak üzerinden anlamını bulacaktı. Ama bu arada İmamoğlu’na da oy vermeyin demek, kurduğumuz ekseni gerisin geri İstanbul seçimlerine indirgemek anlamına gelirdi ki, yineliyorum, bu da saptanan politikanın tüm ruhuna aykırı olurdu.

İlgili değerlendirmenin hangi koşullarda yazıldığı birinci mektubun girişinde var. Kuşkusuz daha rahat koşullarda yazılmış olsaydı, kendini çok daha iyi anlatabilirdi ve özellikle kafa karıştırıcı olabilen belirsizlikler en aza indirilebilirdi. Olayın kendisi benim için de uyarıcı önemli bir deneyim oldu. (...)

***

Genişletilmiş merkezi platformda [Ara Konferans] mektuplar doğal olarak ilgiyle karşılandı. Katılımcı yoldaşlardan birinin toplantı üzerine yaptığı yazılı değerlendirmede yer verdiği şu düşünce, bir bakıma toplantının genel eğilimini de özetlemektedir:

“Seçimler üzerinden sunulan ek metinlerin anlamlı ve gayet açıklayıcı olduğu kanaatindeyim. Mektuplardaki çerçeveyi yayınlarımızda seçim dönemi işleyebilseydik, iç ve dış tartışmalara güçlü yanıtlar vermiş olurduk. Metinlerin partiye sunulması ve metinlerdeki çerçeve ekseninde dışa dönük çeşitli metinlerin yayınlanması anlamlı olacaktır...”

Tüm özel bölümlerinden arındırılmış biçimiyle sözkonusu iki mektubu ekte partiye sunuyoruz. Bunun ve bu zeminde yürütülecek eğitim ve tartışmaların partide devrimci taktiğin sorunlarının daha derinden kavranmasını kolaylaştıracağını umuyoruz.

***

Birinci Mektup (23 Mayıs 2019)

(…)

“Sorunumuz”u önce somut biçimde ve sonra genel planda en kısa cümlelerle özetlemeye çalışacağım... İstanbul Seçimleri metni, bu başlığına rağmen ve daha ilk maddesinde, bu gerçekte bir kent belediyesi seçimi değil fakat siyasal bir boy ölçüşmedir artık diyor ve ekliyor: Üstelik ülke çapında! İkinci madde bu boy ölçüşmenin görünürdeki değil fakat gerçek taraflarını tanımlıyor ve bitişinde özetliyor: “Özetle farklı türden toplumsal katmanları dinci-faşist iktidara karşı aynı heyecanda birleştiren, bir nebze olsun nefes alabilmek, giderek de bugünkü korku atmosferini parçalamak isteği ve özlemidir.”

Metnin bu iki kısa maddesinde uzun sayfalara sığdırılabilecek bir siyasal tahlilin en özet bir biçimde sunuluşu var gerçekte. İstanbul seçimlerinin tekrarlanması son derece somut bir siyasal olay. Bu olay karşında doğru devrimci bir siyasal tutum alabilmek için öncelikle onu bu somutluğu içinde tahlil edip gerçek anlamını açığa çıkarmak gerekirdi.

Yapılan budur ve hepimizin çok iyi bildiği gibi, “gerçek her zaman somuttur.” Gerçekliği bu somutluğu içinde bilince çıkarmadığımız sürece, herhangi bir politik tutum saptama, dolayısıyla devrimci politika yapma şansımız da kalmaz. Devrimci ilkelerimizi ya da bakış açımızı herhangi bir biçimde somutlamak olanağı bulamayız. Böyle durumlarda “Tek yol devrim!” ya da “Çözüm devrimde kurtuluş sosyalizmde!” demek ve bununla kalmak, gerçekte hiçbir şey söylememekle aynı anlama gelir. Zira bunlar bizim devrimci stratejik şiarlarımızdır; onları birer propaganda şiarı olarak her yerde ve her zaman coşkuyla haykırabiliriz, bunu İstanbul seçimleri vesilesiyle de yapabiliriz ve yapmalıyız. Ama yalnızca propaganda yapmış oluruz. Oysa biz somut bir politik olayla yüz yüzeyiz ve Lenin’in bu gibi durumlarda özellikle gözettiği gibi, devrimci politik süreci ilerletecek ya da onun önünü açacak somut bir devrimci politik tutum belirlemek durumundayız. Zamanla kaçınılmaz olarak sekterleşecek dar bir propaganda grubu olmaktan çıkıp sınıfın gerçek devrimci partisi olabilmemiz, bu alandaki yeteneğimiz ve başarımızla sıkı sıkıya ilintili olacaktır.

Metnin ilk iki maddesi, basit bir parlamenter seremoniyle değil fakat sonuçları bakımından işçi sınıfı ve toplumsal muhalefet için de son derece önemli bir siyasal sorunla karşı karşıya olduğumuzu bildiriyor bize. Bu belirleme, bizim bu somut siyasal sorun karşısında etkin bir taraf olmamız gerektiği anlamına da geliyor.

Bunu nasıl yapabileceğimizi açıklığa kavuşturmak ya da bu somut durumda devrimci siyasal sürecin önünü açmak amacı çerçevesinde neye odaklanmamız gerektiği sorusuna yanıt bulabilmek içinse metnin 5. ve 6. maddelerine bakmamız gerekiyor. Metni ekte gönderiyorum, özel tarzda okunmuş biçimiyle. Sözü geçen maddelerdeki en önemli belirlemeleri alt alta sıralayalım:

“… yenilenecek olan İstanbul seçimlerini bir kez daha kaybetmek, dinci-faşist iktidar için bu kez gerçekten sonun başlangıcı olacaktır…”

“AKP, İstanbul gibi bir kentte muhtemel bir ikinci yenilgiyi göze alarak gerçekte bir kumar oynamıştır. Fakat bu onun için bir tercihten çok bir zorunluluktu. Seçimi keyfi bir biçimde iptal etmesi gücünün değil gerçekte zayıflığının bir göstergesidir. Amacı yenilenecek seçimi kazanarak bu zayıflığı bir ölçüde olsun dengelemektir. Bunu başarırsa bu onu bir dönem için rahatlatacak, içindeki çatlakları bir süre için geri plana itecektir. İstanbul seçimlerinin İstanbul’dan öte kazandığı siyasal mahiyet ve önem aynı zamanda buradan gelmektedir.”

“AKP, yenilenecek İstanbul seçimlerini kazanarak tüm bunların politik ve moral yükünden bir dönem için kurtulmayı hedefliyor. Fakat tersinden, başvuracağı her türlü kirli yol ve yönteme rağmen kaybederse, iktidar meşruiyetini yitirmekle kalmayacak, yarattığı korku atmosferinde artık onarılması kolay olmayacak büyük gedikler açılacaktır. Böyle bir gelişmenin devrimci siyasal mücadele ve işçi sınıfı hareketinin seyri bakımından anlamı ve önemi yeterince açıktır.”

“Bütün bunlardan çıkan sonuç, zaten yeterli açıklıkta çıkarmış bulunduğunuz gibi, İstanbul seçimlerini yitirmesinin dinci-faşist iktidara onarılması zor bir büyük darbe olacağıdır. Bu tespitin bizim için anlamını ve önemini tam olarak değerlendirebilmek için yukarıdaki son cümlede dile getirilen düşünce üzerine derinlemesine düşünmek zorundayız: “Böyle bir gelişmenin devrimci siyasal mücadele ve işçi sınıfı hareketinin seyri bakımından anlamı ve önemi yeterince açıktır.”

Bu gerçekten herkes için yeterince açık mıdır, doğrusu bundan emin değilim. Politika yapma tarzımızdaki yapısal zayıflık halen de tartıştığımız ve uğraştığımız bir sorun. 8 Mart ve kadın hareketi üzerine tartışmalar kongrede bunun yeni bir örneği olmuştu ve orada yaratılan açıklıklara rağmen hala da darkafalılıkta ısrar edenler var aramızda.

Metnin 8. Maddesi partinin bu seçimlerde izlemesi gereken somut politikanın bütün bir özünü ve içeriğini veriyor, lafı dolandırmadan, herkesin anlayabileceği en açık sözlerle: “... Sorun hiçbir biçimde Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Belediye Başkanlığına seçilmesi değildir. Sorun bu seçimlerde onun karşısındaki gerçek aday olan Tayyip Erdoğan’a oynadığı büyük kumarı kaybettirmektir. Dinci-faşist iktidarın yeni bir politik ve moral darbe almasıdır...”

Bu denli açık sözler ve dolayısıyla tutum karşısında, kafa karışıklığı nereden doğuyor peki? Sizin yazdıklarınızdan bu soruya iki yanıt çıkıyor:

1- Bu tutum, Ekrem İmamoğlu’na dolaylı destek anlamına gelmiyor mu?

2- Böyle bir tutumu, “referandum sürecinde olduğu gibi sandık tutumuyla (da) birleştirmek” gerekmez mi?

İlkine yanıtım: Hayır bu tutum “Ekrem İmamoğlu’na dolaylı destek anlamına” gelmiyor. Dolaylı da olsa “destek” etkin bir tutumu ima ediyor. Devrimci bir partinin herkese mavi boncuk dağıtan ne akar ne kokar bir burjuva politikacısına “dolaylı” da olsa herhangi bir destek vermesi sözkonusu olamaz. Sorunu böyle anlamak, metindeki konuluş tarzını anlamamak demektir. Metin bu seçimin tüm önemi kimin kazandığından değil, kimin kaybetmesi gerektiğinden geliyor diyor. Kazanan İmamoğlu ya da Maçoğlu olabilir, her iki durumda da bunun esasa ilişkin bir önemi yok. Oysa dinci-faşist iktidarın kaybetmesinin önemli siyasal sonuçları olacaktır.

Elbette dinci-faşist iktidara karşı başarılı bir seçim kampanyası, sonuçta sandıkta İmamoğlu’na yarayacaktır. Ama bu bir destek değil kendiliğinden bir sonuçtur. Bunlar temelden farklı şeylerdir. İlki etkin bir tutumu, ikincisi kendiliğinden bir sonucu anlatır. Bu türden kendiliğinden etki ve sonuçlar politik yaşamın ve mücadelenin doğasında vardır. Bunlardan kaçınılamaz ve bunlardan kaygı duyarak doğru devrimci bir politikadan geri de durulamaz.

Metnin 7. Maddesi nostalji olsun diye değil fakat bu meselenin çok açıklayıcı bir tarihsel örnek üzerinden anlaşılabilmesi için bu kısacık metne yerleştirildi. 1975 Ekim’inde İstanbul’da dönemin devrimcileri Besim Üstünel için hiçbir sorumluluk üstlenmediler, ama seçimlerde onun rakibi olan Faik Türün’e karşı haftalarca süren geceli gündüzlü bir anti-faşist kampanya yürüttüler. Bunun seçim sandığı üzerinden sonuçları olduğu gibi Besim Üstünel’e yaradı kuşkusuz. Ama o somut durumda bunun bir önemi yoktu. Kimin seçileceği değil, seçilmeyeceği önemliydi. Seçimlerin sonuçları dönemin devrimci mücadelesi için politik ve moral açıdan çok önemliydi. … Sonuçta 12 Mart’ın işkenceci faşist paşası seçimlerde ağır bir hezimete uğradı. Devrimciler seçimleri 12 Mart faşist cuntasıyla politik ve moral bir hesaplaşmanın fırsatı olarak kullanmışlardı.

İkinci soruya geçiyorum. Böyle bir tutumu, “referandum sürecinde olduğu gibi sandık tutumuyla (da) birleştirmek” gerekmez mi? Hayır gerektirmez! Zira ikisinde kurulan “sandık” farklılıklar taşıyor. İlkinde işçilere ve emekçilere, referandum sandığına gidiniz ve şu şu gerekçelerle “hayır!” deyiniz diyebiliyorduk. Herkesin “hayır”ı farklı bir anlam taşıyordu ve herkes kendi adına ve kendi anladığı anlamda “hayır” diyordu! Oysa şimdiki “sandık”ta adaylardan birinden birine “evet” demek için sandığa gidilebiliyor. İşçilere sandığa gidin ve İmamoğlu’na “evet” deyin diyemeyiz. Örneğin 1874 gibi erken bir tarihte Engels’in böyle durumlarda bunu diyebildiğini biliyoruz. 1921’de Lenin’in İngiliz komünistlerine benzer anlama gelebilecek bir tutum önerebildiğini biliyoruz. Komintern 7. Kongre’sinden sonra bunun yaygın şekilde yapıldığını, giderek işin adeta çığırından çıktığını ve Eurokomünizme varan tarihsel akıbetin tam da buralardan kök aldığın da biliyoruz. Ama biz bunu yapamayız. Çünkü biz yüz sene sonrasını yaşıyoruz, bütün bu deneyimlerin tarihsel sonuçlarını biliyoruz ve daha 1992’den beri de kamuoyu önünde açıklıkla ve yüreklilikle eleştiriyoruz. (...)

Gene de soru ortada duruyor diyeceksiniz: Sonuçta işçilere ve emekçilere sandıkta ne yapın diyeceğiz? Yanıtım çok basit: Bir şey dememiz gerekmiyor. Biz kampanyamızı tümüyle siyasal düzlemde tutup sorunun bu yanıyla ilgilenmeyeceğiz. Bu olamaz mı? Elbette olur. Nitekim 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı seçiminde oldu bile:

10- Seçimlerde kitlelere sonuçta sandıkta ne yapmaları gerektiğine ilişkin somut çağrı, genellikle seçim politikasının en önemli ve öncelikli yönü kabul edilir. Gerçekte bu parlamentarist bakış açısının ürünü ve ifadesi bir önyargıdır. Esas olan her zaman temel gerçekleri ve devrimci çıkış yolunu emekçi kitlelere anlatmak, onları örgütlü mücadele alanına çekmeye çalışmak, seçimlerden de tam da bu amaçla yararlanabilmektir. Ötesi güncel açıdan esasa ilişkin bir sorun değildir. Zira devrimcilere yakınlık duyan kitleler bile çoğu kere kısa dönemli kaygılar ve beklentilerin etkisi altında oylarını kullanma yoluna giderler. Dolayısıyla asıl önemli olan, seçim atmosferinden de en iyi biçimde yararlanarak, onlara anlamı ve önemini yarın çok daha iyi anlayabilecekleri gerçekleri en iyi biçimde anlatabilmektir…” (Parti Açıklaması, 8 Mayıs 2018)

Sorunun metin üzerinden konulan çerçevesi üzerinden size söyleyebileceklerim bundan ibaret. Metnin somut içeriğinden öteye de söyleyeceklerim var, ama yazık ki şu an vaktim yok. (…) Umuyorum ki bunu birkaç gün içinde yapar, tamamlayıcı ikinci bir mektup olarak gönderirim. Burada konu seçimler bağlamı üzerinden program-politika, strateji-taktik, devrim-reform vb. ilişkiler olacak. Engels ve Lenin değinmelerime de açıklık getirmiş olacağım. Ayrıca hatırlıyor olmalısınız, bu konuya gerçekte son kongrenin ilgili gündeminde (yerel seçimler) girmiş ve önemli bazı noktaların altını çizmiştim. Bunlara da yeniden değinmiş olacağım.

 (…)

23 Mayıs 2019