İlk başlarda insan, uzunca bir dönem vahşi tabiat koşulları ve doğal felaketler karşısında çaresizdi. Nedenini bilmediği, açıklama getiremediği o denli çok şey vardı ki... Hemen hemen her türlü doğa olayı karşısında derin bir korku içindeydi. Bilimsel gelişme adına neredeyse hiçbir ilerlemeden sözedemediğimiz bu uzun ve karanlık tarihsel evre dinlerin doğuşuna da tanıklık etti aynı zamanda.
İnsanlığın düşünsel-toplumsal gelişimi ve dinlerin ortaya çıkışı Sözgelimi, volkanik patlamaları tanrıların gazabı olarak görüyor, Nil Nehri'ndeki taşkınları ise üzüntüsünden ağlayan bir tanrıçanın gözyaşlarına bağlıyorlardı. Dolayısıyla bu felaketlerin önüne geçmek ve tanrıların öfkesini yatıştırmak için bulunan çare ise içlerinden birilerini kurban vermek oldu. Bu aynı zamanda ilk ibadet biçimlerinden de biriydi
Mevcut bilgi birikimi ve bilimsel ilerleme yağmur gibi basit doğa olaylarını dahi açıklamaya elvermediği oranda kuraklığın hakkından gelmek için yöntem olarak yağmur duası ve çeşitli ayinler benimsendi. Tanrıyı simgeleyen idol, put, totem gibi cisimlere ya da kutsal sayılan mekanlara yönelerek secde etmek; değerli görülen nesneleri (en çok da gıda ve toprak mahsullerini) bir hediye olarak tanrıya sunmak en yaygın ibadet biçimleri idi.
Açlık, kıtlık ve kuraklık tehdidi ile baş edebilmek için tanrıların bağışlayıcılığı, rızası ve hoşgörüsünü kazanabilmek adına yılın belli günlerini aç ve susuz kalarak geçirmek yine yaygın dini ritüellerdendi.
Korkulan ya da yaşamın kaynağı olarak görülen su, ateş, toprak, güneş vb. birçok öge tanrılaştırıldı. Toplumsal yaşayış biçimleri o dönemin düşünce dünyasını ve dinlerini de şekillendirdi. Örneğin, geçimini tarımdan sağlayan toplumlarda toprak ve bereket tanrıçaları; deniz kıyısındaki topluluklarda deniz tanrısı, savaşçı kabilelerde ise savaş ve zafer tanrıları olması dikkat çekicidir. İnsanlığın dini inanışlarında tanrı figürünü kendi yaşamının bir izdüşümü olarak kafasında canlandırdığını söyleyebiliriz.
Bu tür ilkel topluluk ve kabilelerde bazen en yaşlı, bazen fiziksel olarak en güçlü üye, çoğunlukla ise en bilgili ve birikimli kişi dini lider oluyordu. Bu kişi aynı zamanda, kabilenin diğer üyelerini iyileştirmek, yok olma tehlikesine karşı topluluğa yol göstericilik yapmak, adaleti sağlamak, kabile içi ve diğer topluluklar ile arasındaki ilişkileri düzenlemek sorumluluğu ile yüz yüzeydi.
Bir düşünün, bugün astronomi bilimi sayesinde rahatlıkla hesaplayabildiğimiz güneş tutulmasını, o dönem önceden bilen birinin geri kalmış bir topluma, kendinin tanrı olduğunu inandırması için başkaca bir mucizeye gerek var mı? Ya da yağmurun yağacağını önceden kestirebilen, belli rahatsızlıkları ilkel tıbbî yöntemlerle tedavi edebilen bir insanda, sözkonusu ilkel kabile “ilahi” bir kudret ve bir kerametin varlığını kendiliğinden keşfediyordu.
Din adamları kendilerini bazen tanrının elçisi, bazen onun yeryüzündeki gölgesi, kimi zaman da Antik Mısır'da olduğu gibi bizzat tanrının kendisi olarak takdim ediyorlardı. Bu aynı zamanda, sözkonusu dini liderlere giderek bir ekonomik ve siyasal iktidar gücü de kazandırdı.[1]
Devam edecek...
Not: Yazı dizimizin “Felsefeye Giriş – 2” başlığı ile yayınlanacak bir sonraki bölümünde “Materyalizm mi, idealizm mi?" sorusuna hep birlikte yanıt arayacağız.
Açıklamalar:
1) Tarımın bulunması ve özel mülkiyetin ortaya çıkması gelişmelerine paralel olarak embriyonik de olsa ilk devlet biçimlerinin ortaya çıkmasına kapı araladı. Dini erke bağlı olarak ortaya çıkan bu ilk ilkel devlet formları insanlığın ve toplumun gelişim seyrine itilim kazandırarak kimi olumlu roller de oynadı. Bunu ilerleyen bölümlerde ayrıca inceleyeceğiz.