NATO: Bir saldırı, savaş ve iç savaş örgütü

Resmi kuruluş gerekçesine ve taşıdığı isme göre NATO sözde “savunma amaçlı” bir devletler ittifakıdır... Oysa bütün bir tarihi, onun gerçekte bir saldırı ve savaş örgütü, bu çerçevede bir tehdit ve şantaj örgütü olduğunu ortaya koyar. Dahası o sadece bir uluslararası saldırı ve savaş örgütü değil, belki çok daha önemli olarak, aynı zamanda ittifak bünyesindeki tüm ülkeler için gizli ve kirli bir iç savaş örgütüdür de.

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Dünya
  • |
  • 04 Nisan 2024
  • 10:35

NATO 4 Nisan 1949 tarihinde kuruldu. Kuruluşunun 75. yılı nedeniyle “NATO: Bir saldırı, savaş ve iç savaş örgütü-” başlıklı üç bölüm halinde Kızıl Bayrak’ta yayınlanan bu yazı dizisini güncel öneminden dolayı bir kez daha okurlarımızın dikkatine sunuyoruz…

***

NATO belli aralıklarla, bu son zamanlarda yaklaşık 2-2,5 yılda bir oluyor, devlet ve hükümet başkanları zirvesi yapar. Kasım ayı sonunda Letonya’nın başkenti Riga’da yapılanı bunların sonuncusu. Ayrıca ortalama her 6 ayda bir de her biri ayrı ayrı olmak üzere, NATO ülkeleri dışişleri bakanları ve yine NATO ülkeleri savunma bakanları toplantıları yapılır.

NATO Brüksel’de sürekli karargahı olan bir örgüt; izlenecek politikalar gerçekte bu karargahta hazırlanır, planlanır, bir noktaya getirilir ve belli aralıklarla toplanan bu türden zirvelerde hükümet başkanlarının biçimsel kalan resmi onayına sunulur. Bu nedenle belli aralıklarla yapılan hükümet ve devlet başkanları zirvelerine gereğinden fazla bir önem ve anlam atfetmemek gerekir. Zirveler toplandığında gerçekte karar tasarıları iyi kötü hazırdır, yeni politikalara ilişkin hazırlıklar ve elbette pazarlıklar iyi kötü bir sonuca bağlanmıştır. Zirvelerde bunlara ilişkin çoğu kere önemsiz bazı son rötuşlar yapılır, ince ve zorlu pazarlıkların son safhası bir sonuca bağlanır ve sonuçta kararlar alınır, uygun sınırlar içinde kamuoyuna açıklanır.

Yine de bir önemi olabiliyor bu toplantıların, burada alınan ve bazen gösterişle dünyaya açıklanan kararların... 1999 Nisan’ında Washington’da yapılan 50. yıl Zirvesi buna bir örnektir. Bu Zirvede önemli kararlar alındı ve deklare edildi. Sovyetler Birliği’nin yıkılışının ardından ilk önemli deklarasyonuydu bu NATO’nun. Zirve toplandığında Kosova bahane edilerek Yugoslavya’ya karşı başlatılan yıkıcı savaş tüm şiddetiyle sürüyordu ve örgüt bu “tarihi” zirvede dünya polisi ilan edilmiş, yani o sıra Yugoslavya üzerinden yapılmakta olan işin adı konulmuştu. Bunun, dünya polisliği misyonunun, daha sonraki Prag Zirvesi’nde (Kasım 2002) daha da geliştirildiğini, daha açık ve kesin hükümlere bağlandığını biliyoruz.

Resmi kuruluş gerekçesine ve taşıdığı isme göre NATO sözde “savunma amaçlı” bir devletler ittifakıdır; ittifak kapsamındaki ülkeleri, Sovyetler Birliği ve müttefiklerinin saldırısına karşı korumayı amaçlamaktadır. Oysa bütün bir tarihi, onun gerçekte bir saldırı ve savaş örgütü, bu çerçevede bir tehdit ve şantaj örgütü olduğunu ortaya koyar. Dahası o sadece bir uluslararası saldırı ve savaş örgütü değil, belki çok daha önemli olarak, aynı zamanda ittifak bünyesindeki tüm ülkeler için gizli ve kirli bir iç savaş örgütüdür de. Özellikle ‘89 yıkılışına kadar olan dönemde onun bu özelliği çok daha belirgin ve fiili uygulama olarak ön plandadır. Buna ilişkin kanlı ve kirli icraatları, yıkılışa denk düşen yakın yıllara kadar önemli ölçüde karanlıkta kalmış olsa bile.

NATO elbette ki başından beri bir saldırı ve savaş örgütüdür. Bu kadarı onun dolaysız olarak açık olan konumuna ve rolüne işaret eder. Fakat NATO aynı zamanda dört dörtlük bir iç savaş örgütüdür de. Bu temel özelliği oldukça erken yıllardan beri dünya devrimcileri tarafından biliniyor ve teşhir ediliyordu. Fakat resmi düzeyde bu her zaman inkar ediliyor, bir komünist iftirası sayılıyordu. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşünü izleyen dönemde açığa çıkan gerçekler, bu konuda hiçbir tartışma bırakmadı. Örgütün her ülke bünyesindeki kirli iç savaş aygıtları bir bir açığa çıktı. Türkiye ve elbette ABD dışında, bu gerçek resmi düzeyde kabul de gördü. İtalya’da (ünlü Gladio), Almanya’da, Belçika’da, Hollanda’da, İngiltere’de, Norveç’de, Danimarka’da, Yunanistan’da (ve hatta ittifakın askeri kanadından 1966’da çekilmiş Fransa’da ve tarafsızlığı ile ünlü İsviçre’de bile), bu kanlı ve kirli uluslararası örgütün ulusal uzantıları olduğu açığa çıktı. Çöktükten sonra her ülkede kontrgerilla örgütleri, Gladio vb. isimler altında bir dizi kirli savaş örgütü, birbiri peşi sıra açığa çıktı. Hükümetler bu örgütlerin varlığı itiraf etmek zorunda kaldılar ve görünüşe göre tasfiye de ettiler. Gerçekte ise bu örgütlerin varlığını halen de sürdürdüğünden kuşku duyulamamalıdır.

Türkiye’de ise NATO uzantısı bu aynı kirli iç savaş örgütü kontrgerilla olarak biliniyor. Resmi adıyla ise Özel Harp Dairesi. Öteki ülkelerden farklı olarak, Türkiye’de hükümetler böyle bir örgütün varlığını bugüne kadar itiraf etmediler, Özel Harp Dairesi’nin ise olağan bir askeri oluşum olduğunu ileri sürdüler. Dolayısıyla biçimsel ve aldatıcı bir tasfiye bile söz konusu olmadı Türkiye’de. Tersine, birçok belirti bu arada bu örgütün daha da pekiştirildiğini ve örneğin Özel Kuvvetler adı altında kısmen resmileştirilip meşrulaştırıldığını gösteriyor.

Fakat yine de bu kanlı ve kirli örgütün tüm ülkelerden önce, ilk kez Türkiye’de deşifre edildiğini vurgulamak gerekir. 1960’lı yıllarda baş gösteren büyük sosyal uyanış ve bu uyanışın bastırılmasına yönelik CIA-NATO odaklı kirli savaş, bu örgütün Türkiye’de 1970’li ilk yıllara denk gelen bir erken tarihte teşhis ve teşhir edilmesini sağladı. Tümüyle CIA-NATO bağlantılı bir askeri faşist darbe olan 12 Mart’ı izleyen yeni kitle hareketinin en dolaysız hedeflerinden biri, kontrgerillanın açığa çıkarılması ve tasfiyesi idi. Bu mücadelenin baskısı ve o döneme denk gelen Kıbrıs bunalımının özel koşulları altında, dönemin başbakanı olarak Ecevit, böyle bir örgütün varlığını ve denetim dışılığını, yani dolaysız olarak CIA-NATO denetimi altında olduğu gerçeğini, itiraf etmek zorunda kalmıştı. Fakat bu durum bir tasfiyeye yol açmamış, tam tersine, bu CIA-NATO güdümlü örgüt, Türkiye’yi yeni bir askeri faşist darbeye sürüklemişti.

Her bir ülkedeki bu kirli savaş örgütleri, İtalya’daki isimlendirmeyle Gladiolar, hemen tamamen CIA eliyle dolaysız olarak NATO bünyesinde kurulmuş, NATO tarafından yönetilen ve finanse edilen, NATO’nun genel stratejisine hizmet eden örgütler olmuşlar ve tam olarak birer iç savaş örgütü olarak iş görmüşlerdir.

Türkiye ve İtalya, bu konuda özellikle ön plandaki iki önemli NATO ülkesidir. Bu, bu ülkelerde sosyal mücadelenin ve ilerici-devrimci siyasal muhalefetin gücü ve etkisiyle dolaysız olarak bağlantılıdır. Zira bu kirli iç savaş örgütlerinin işlevi, tam da ve tümüyle bu alandadır. Türkiye’nin son elli yılında kontrgerillanın oynadığı çok özel rol göz önüne getirilirse, söz konusu örgütlerin bu özelliği ve işlevi kolayca anlaşılır.

Bu onun, NATO’nun her ülkedeki sınıf mücadelesinde dolaysız olarak taraf olan bir örgüt olduğu, dolayısıyla da aynı zamanda bir iç savaş örgütü olduğu anlamına gelir. NATO’nun zamanında Sovyetler Birliği liderliğindeki bloka karşı bir politik-askeri örgüt olarak oynadığı temel önemde rol ile, her bir NATO ülkesindeki iç savaş örgütü rolünü birlikte düşünmek gerekir. Dahası, ilki potansiyel, oysa bu ikincisi gerçek, fiili bir rol olmuş, olagelmiştir.

NATO, yakın zamanda Yugoslavya ve Afganistan savaşlarını saymazsanız, tarihi boyunca bu anlamda bir devletler arası savaş örgütü olarak herhangi bir fiili icraat yerine getirmiş değildir. Bu açıdan bir emperyalist karşı kuvvet organizasyonu olarak Sovyetler Birliği liderliğindeki Doğu Blok’una karşı elbette temel önemde bir işlevi olmuştur, kışkırtıcı bir tehdit ve şantaj örgütü olarak. Ama fiili savaş olarak asıl rolünü, bir iç savaş örgütü olarak, tek tek ülkeler bünyesinde oynamıştır. Bu kirli rol, her ülkedeki sınıf mücadelesine dolaysız olarak ve sistematik tarzda, ama tümüyle gizli olarak müdahale etmek yoluyla yerine getirilmiştir.

Örneğin NATO’nun İtalya’da oynadığı bu rol çok belirgindir ve aynı ölçüde önemlidir. Yıllarca İtalya’nın siyasal yaşamında önemli bir güç ve hükümet olma potansiyeli taşıyan İtalyan Komünist Partisi’ne karşı sistemli bir kirli savaş yürütmüştür. Bu çerçevede bir kısmı kitle katliamları olarak gerçekleşen sayısız provokasyonlarda ve girişimlerde bulunmuştur. Bunların yetmediği yerde açık tehditlere girişilmiş ve böylece, İtalyan seçmeninin tercihi dolaysız olarak baskı altına alınmıştır, vb.

Türkiye’de on yıl arayla gündeme gelen her iki faşist askeri darbe, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri, CIA-NATO ikilisinin kontrgerilla eliyle uyguladığı icraatın ürünü olmuşlardır. Son elli yıldır ilerici-devrimci muhalefete karşı yürütülen kirli savaşta, CIA-NATO güdümlü Kontr-gerilla ve onun uzantısı faşist paramiliter örgütler, temel önemde bir rol oynamışlardır.

12 Eylül askeri faşist darbesi kuşkusuz birinci elden bir Amerikan ürünü olmuştu. Fakat ilkin, başından itibaren ve halen, NATO demenin büyük ölçüde ABD demek olduğunu unutmamak gerekir. İkinci olarak, bu organik bağdan öteye, 12 Eylül askeri faşist darbesi aynı zamanda dolaysız olarak NATO’nun da bir ürünüdür.

Mehmet Ali Birand, çok iyi bilindiği gibi sistemin ve Amerika’nın has adamlarından biridir, gazeteciliğini uzun yıllar boyunca Brüksel’deki NATO karargâhı üzerinden yapmıştır. “12 Eylül” konulu ve isimli kitabında, darbenin yapıldığı günün gecesi, 12 Eylül’ün NATO karargahında sevinçle karşılandığını ve kutlamalara konu edildiğini tüm açıklığı ile yazmaktadır.

Ufuk Güldemir yine bir Amerikancıdır, o da Kanat Operasyonu isimli kitabında, Türkiye’deki sosyal hareketliliğin ve bunun ürünü devrimci gelişmelerin NATO karargahında nasıl kaygıyla izlendiğini, içinde bulunduğu coğrafi-stratejik konumdan dolayı, Türkiye için değil devrimci akımların, “ılımlı bir solu”n bile bir lüks sayıldığını anlatıyor. Böylece bunun, toplumsal muhalefeti ve devrimci hareketi ezmek üzere gündeme getirilen 12 Eylül askeri faşist darbesi ile bağını ortaya koyuyor. Bu çerçevede NATO’nun güneydoğu kanadındaki Türkiye operasyonunu ima eden Kanat Operasyonu, 12 Eylül askeri faşist darbesinden başka bir şey değildir.

İran Devrimi’nin ardından doğan kritik boşlukta bu operasyon NATO için özellikle acil ve zaruri hale gelmiştir. Toplumsal muhalefet ezilmiş, Yunanistan ile sorunlar çözülmüş, bu koşullarda Türkiye, İran Devrimi ile doğan boşluk da gözetilerek, emperyalist sistemin hizmetinde, Ortadoğu halklarına ve Sovyetler Birliği’ne karşı daha etkin bir biçimde konumlandırılmıştır. İçteki toplumsal muhalefetin ezilmesi NATO payına bu bölgesel ihtiyaçlar için özellikle önemli olmuştur.

Bütün bunları, NATO’nun bir iç savaş örgütü olarak çok belirgin olan rolüne ve bunun da onun uluslararası stratejisi ve politikalarıyla dolaysız bağına işaret etmek için ortaya koymuş oluyorum.

NATO’nun, devletler arası saldırgan bir askeri ittifak olmaktan öteye, böylesine temel önemde bir rolü olmuştur. Bu askeri ittifakın bir savaş örgütü olarak karşıt kampa karşı oynadığı rol potansiyel, oysa şu veya bu ülkedeki toplumsal muhalefete ve devrimci harekete karşı icraatı fiili olmuştur. İlki karşılıklı bir etkin güç dengesi oluşturmaktan ibaret kalmıştır. Sovyetler Birliği ile kurulan o “soğuk savaş” dengesi bunu anlatmaktadır. Ama bu denge içinde NATO, bir iç savaş örgütü olarak, her zaman aktif ve etkin bir rol oynamıştır. Çeşitli ülkelerin sınıf mücadelelerinde dolaysız ve etkin bir taraf olmuştur. Bu anlamıyla o, kapitalist-emperyalist sistemi Sovyetler Birliği liderliğindeki kamptan çok halklara ve devrimci akımlara karşı savunmuş ve korumuştur.

NATO sözüm ona bir savunma örgütü olarak kurulmuştu. Fakat biz onun başından itibaren gerçekte bir saldırı ve savaş örgütü olduğunu biliyoruz. Evet, burada bir savunma fonksiyonu da var kuşkusuz, ama bu, dünya ölçüsünde kabaran devrimci dalga karşısında, sistemi emekçilere ve halklara karşı savunma olarak kendini gösteriyor. İkinci Dünya savaşındaki oynadığı belirleyici rolün ardından Sovyetler Birliği dünya ölçüsünde büyük bir prestij kazanmıştı. Halkların verdiği mücadele Doğu Avrupa’da komünistleri öne çıkarmış, iktidarı almalarını kolaylaştırmıştı. Elbette Sovyetler Birliği’nin savaşta elde ettiği başarıya da bağlı olarak. O sıralar dünyada devrim dalgası doruğundaydı. Çin Devrimi en iyi dönemindeydi ve kesin zaferi göğüslemek üzereydi. Vietnam Devrimi ilerliyordu, Kore’de devrim vardı. Genelde büyük bir sosyal-siyasal kaynaşma vardı tüm dünyada ve kapitalist dünya sistemi, kendini gerçek anlamda tehdit altında hissediyordu.

Bu anlamda, yani kapitalist-emperyalist sistemi her yol ve yöntemi kullanarak ayakta tutmaya çalışmak anlamında, evet, NATO bir “savunma” örgütüdür. Yani dünya halklarının ulusal kurtuluş ve özgürlük mücadelelerini boğmak, dünya çapında emekçilerin sosyalizme uğruna verdikleri mücadeleyi dizginlemek ve ezmek, ona karşı kendi sistemlerini ayakta tutmak üzere kurulmuş bir örgüttür. Bu anlamda, ama yalnızca bu anlamda, o bir “savunma örgütü”dür! Bir bütün olarak sistemi ve tek tek ülkelerdeki sermaye diktatörlüklerini savunma örgütü! Nitekim çeşitli ülkelerde hep de bir iç savaş örgütü olarak çalışması zaten bunu gösteriyor.

Zamanında NATO’nun kuruluş gerekçesi yapılan Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku bugün artık yok. 1989 yıkılışından beri durum bu ve o zamandan beri NATO’nun yeni işlevi tartışılmaktadır. Ve gitgide belirginleşen yeni işlevine baktığımızda, bir iç savaş örgütü olarak kendini gösteren yanı giderek daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu, NATO’nun temelde sistemi, Sovyetler Birliği’nin sözde tehdidine karşı değil, fakat gerçekte sistem karşıtı dinamiklere karşı korumak üzere oluşturulduğunun da bir itirafıdır. Sovyetler Birliği tarih olduğu halde NATO’nun tüm varlığıyla ortada durmasının, dahası etkinlik sahasını tüm dünya olarak ilan etmesinin anlamı da budur.

Gelinen yerde, yani bloklardan birinin yıkılıp böylece ünlü “dehşet dengesi”nin geride kalmasından beri, NATO’nun, bir devletler arası savaş örgütü olarak yeni rolü de daha belirgin biçimde açığa çıkmaktadır. Dün Yugoslavya üzerinden görmüştük bunu. Bugün halen Afganistan üzerinden izliyoruz. Yarın emperyalistler arasındaki ilişkilerin gidişatına bağlı olarak, belki Ortadoğu’daki başka roller üzerinden göreceğiz bunun yeni örneklerini.

Şunu da eklemek gerekir: Yugoslavya’dan farklı olarak, işbirlikçi bir kukla yönetimin bulunduğu Afganistan’daki rolü, emperyalist işgali sürdürmek ve buna karşı direnişi ezmek olarak çıkıyor karşımıza. Yani savaş ve iç savaş örgütü rolleri burada iç içedir. Bu da ilginç bir durum örneğidir ve yarının devrimci gelişmeleri karşısında, NATO’nun üstleneceği temel role açıklık kazandırmaktadır.

Bu açıdan NATO konusu fazlasıyla önemlidir. Bu çerçevede NATO’nun kitleler nezdinde teşhirini, emekçiler arasında NATO’nun konumu, işlevi ve hazırlandığı yeni misyonlar konusunda açık bir devrimci bilinç geliştirmeyi önemsemek, sürekli bir iş edinmek durumundayız. Türkiye’de burjuva gericiliğini zora sokacak her önemli devrimci gelişme, karşısında dolaysız olarak ABD emperyalizmini ve NATO’yu bulacaktır. Bunu hep akılda tutmak gerekir. ABD emperyalizmi ve NATO, her zaman ve bugün halen bu açıdan oynadıkları karanlık ve kirli rolü, günü geldiğinde çok daha dolaysız ve açık olarak oynayacaklardır. Devrim yapmak isteyenler bugünden bunun bilincinde olmalı, buna göre hazırlanmalıdırlar.

Konu bu açılardan bizler için ayrıca temel önemde bir stratejik sorundur. Türkiye’de NATO’ya karşı, ‘60’lı yılların o etkin çıkışlarından kök alan bir mücadele geleneği de var. Bunu yeni koşulları, NATO’nun bugünkü yeni rolünü ve misyonunu da gözeterek, canlandırıp geliştirmemiz gerekir.

Türkiyeli devrimcileri olarak bu açıdan halen zaaf içinde olduğumuz için bunun altını özellikle çiziyorum. NATO, her şeyden önce ABD demek. NATO’nun arkasında en başta ve etkin yönetici güç olarak Amerikan emperyalizmi var. Amerikan emperyalizminin dünya halklarına karşı faaliyetleri ile, politikalarıyla, saldırı ve işgalleri ile o kadar ilgileniyoruz da, NATO’nun buna etkin bir biçimde hizmet ettiğini gözden kaçırabiliyoruz. Oysa NATO esası yönünden bir Amerikan örgütüdür. NATO Irak’a yönelik emperyalist saldırı savaşında da gerçekte aktif ve etkin bir biçimde rol oynadı. Awaks uçaklarından Alman teknisyenlerine kadar... Almanya güya savaşa karşıydı ve savaşın dışındaydı. Ama gerçekte, NATO üzerinden sunulan lojistik destek ile Irak’a müdahalenin dolaysız olarak içindeydi. NATO’yu Amerika’dan ayırmak zaten mümkün değil. Şu veya bu ülkeye ABD müdahalesi olacak da NATO bunun dışında kalacak, bu düşünülecek şey değil.

ABD emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşının ardından artık kapitalist dünya sisteminin patronu olduğu için, bunu doğal bir biçimde, herhangi bir zorlamayla değil, tam tersine, öteki emperyalist müttefikleri de buna ihtiyaç duydukları için aynı zamanda, bu liderliği kolayca üstlendi.

Bu konum aynı biçimde NATO’ya da yansıdı. En büyük kuvvetler ABD’ye ait, teknolojik alt yapı büyük ölçüde ABD’ye ait. Faturasını önemli ölçüde ABD ödüyor. Ve doğal olarak esas sözü de bu durumda her zaman ABD söylüyor. Örgüt esası yönünden onun denetiminde ve hizmetindedir. Karargah Brüksel’dedir, coğrafyası Avrupa olmak zorundadır, çünkü çatışmanın ve muhtemel bir savaşın esas alanı Avrupa’dır. Ama gerçek komuta, yönetim ve denetim her zaman Amerika’nın elindedir.

Özetle tartışmasız bir ABD hegemonyası var NATO’da. Bu kuşkusuz iyi bilinen bir olgudur. Fakat yeterince bilinmeyen ya da gözetilmeyen temel önemde bir sonucu var bunun. NATO aynı zamanda sistem içi çelişkileri kontrol etmenin ve uzlaştırmanın da bir aracıdır. Bu NATO’nun temel önemde bir siyasal işlevi olagelmiştir. Ve bugün, daha doğrusu Doğu Bloku’nun çöküşünden beri, NATO’nun bu işlevi özellikle de ABD emperyalizmi hesabına giderek ayrı bir önem kazandığı için, bunun üzerinde ayrıca durmak, bu çerçevede son Riga Zirvesi’ne de yansıyan bazı sorunları irdelemek durumundayız.

NATO: Bir saldırı, savaş ve iç savaş örgütü- 2

Sistem içi çelişkileri denetleme ve çıkarları uzlaştırma aracı

Sonradan, Sovyetler Birliği’nin savaşa katılmasının ardından, farklı bir yön de kazanmakla birlikte, İkinci Dünya Savaşı emperyalist kampın kendi içinde yeni bir emperyalist paylaşım savaşı olarak başlamıştı. Savaşın sonunda bütün bir kapitalist-emperyalist dünya kampı, ABD’nin o gün için tartışmasız olan hegemonyası altında birleşti. Savaştan hemen hiç zarar görmeyen ve gücünü büyüterek çıkan tek emperyalist güç ABD idi. Bu da ona tartışmasız bir üstünlük, tüm ötekiler tarafından doğal biçimde kabul edilen yeni emperyalist hegemon güç konumu kazandırmıştı. Bu, emperyalist kampın kendi içinde, bir dönem için belirgin bir uyum anlamına geliyordu. 

Fakat bu çok sürmedi. Daha ‘60’lı yılların başında bazı sorunlar, çelişki ve çatışmalar kendini göstermeye başladı. Kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişme yasası işlemiş, savaşın adeta yere serdiği Avrupalı emperyalistler, aradan henüz iki on yıllık bir süre bile geçmemişken kendini toparlamış ve kendi özel çıkarları konusunda ABD ile bazı sorunlar yaşamaya başlamışlardı. 

Fransa’nın ‘60’lı yılların başında NATO’nun askeri kanadından çekilmesi bunun bir örneğidir. Bugünkü AB’ye varan oluşumun bir Almanya-Fransa mihveri olarak gelişmesi, Almanya’nın el altından Fransa’nın ABD hakimiyetine muhalefetini desteklemesi, desteklemekten de öteye, dipten dibe teşvik etmesi, yine bunun bir örneğidir.

Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ve Varşova Paktı’nın dağılışından beri ise artık durum belirgin biçimde değişmiş bulunmaktadır. Zira bu, iç çelişki ve çatışmaları dizginleyen, sınırlayan, nispeten kolayca uzlaşmayı zorlayan çok önemli bir engelin ortadan kalkması demekti. O zamandan beri emperyalist batı kampının kendi iç çelişki ve çatışmaları gitgide daha açık bir görünüm kazandı ve doğal olarak bunlar NATO bünyesinde de kendini gösterdi. ‘60’lı yıllarda NATO’nun askeri kanadından çekilen Fransa, ‘89 yıkılışının ardından geri dönmüş olsa bile, süreç gerçekte olanaklı olduğunca ABD hegemonyasından kurtulmak yönünde ilerliyor. 

Bu kendini, AB bünyesinde, gitgide NATO’ya bağımlılığı da azaltacak yeni organizasyonların geliştirilmesi olarak gösteriyor. Bir ara büyük gürültülere konu olan Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP), bunun bir ifadesi idi. Almanya ve Fransa önderliğinde, AB’nin uzantısı bir yeni Avrupa ordusu olarak düşünülen bu proje, tam da NATO’nun 50. yılı kutlamalarına vesile olan o aynı Zirvede (Nisan 1999 Washington Zirvesi), çetin pazarlıklara ve çekişmelere neden olmuştu. Burada bir yandan NATO’yu dünya polisi haline getirmenin sorunları tartışılırken, öte yandan Avrupalı emperyalistlerin kendi uluslararası askeri örgütlenmesi olarak AGSP tartışılıyordu. 

Bunun çetin pazarlıklara konu olması, projenin gerisindeki gerçek niyet ve hesapların taraflarca açık olmasından kaynaklanıyordu. ABD projeye karşı çıkmıyor, fakat onu NATO’nun bir uzantısı olarak görmek ve böylece denetimi altında tutmak istiyordu. Oysa Fransa ve Almanya için sorun, tam da ABD hegemonyasının askeri-politik biçimi olan NATO’ya bağımlılıktan kurtulmanın bir adımı olarak projeyi geliştirmekti. 

ABD’nin NATO’ya alternatif olma niyet ya da potansiyeli taşıyan bu türden adımlara karşı bu hassasiyeti, bize örgütün daha önce sözünü ettiğim temel fonksiyonlarından birini göstermektedir. NATO, ABD emperyalizminin elinde, öteki emperyalistleri denetim altında tutmanın, herşeye rağmen kendini gösteren çelişki ve çatışmaları dizginleyip uzlaştırmanın da temel önemde bir aracıdır. Onun bu özelliği ABD için bugün her zamankinden daha önemlidir. Zira onun bir döneme kadar tartışmasız olan egemenliğine kampın içinden itirazlar gelinen yerde daha açık ve güçlü bir biçimde ortaya konulabilmekte, bu çerçevede, bunları dizginleyebilmenin bir temel aracı olarak NATO’nun önemi de, ABD payına artmaktadır. ABD, kendi dünya imparatorluğu hesapları ve stratejisi çerçevesinde, NATO’yu öteki emperyalistler üzerinde bir denetim aracı, çelişki ve çatışmaları kontrol aracı olarak elde tutmak istemektedir. 

Evet, NATO temelde işçi sınıfına, emekçilere ve dünya halklarına karşı bir tehdit aracı, bir şantaj ve saldırı örgütüdür. Ama aynı zamanda, gelinen yerde özellikle ABD emperyalizmi payına, Batılı emperyalistler arasındaki çelişkileri kontrol etmenin, çıkarları mümkün olduğu kadar uzlaştırıp bağdaştırabilmenin de bir aracıdır. Avrupa’da AB genişlemesine, üstelik onu önceleyerek NATO genişlemesinin eşlik etmesinin gerisinde, aynı zamanda bu var. 

Amerikalı stratejistlerin, Amerikan hükümetlerine akıl hocalığı yapanların yazdıklarına baktığımızda, buradaki amacı tüm açıklığı ile görebiliyoruz. Bu insanlar, Avrupa Birliği’ni, özellikle de Fransa-Almanya mihverini, denetim altında tutabilmenin önemine özellikle işaret etmektedirler. Bunun bir dizi yol ve yöntemi üzerinde durmakta, NATO’nun bu açıdan oynayabileceği role de özel bir tarzda işaret etmektedirler. Onlar AB’nin genişlemesine elbette doğrudan karşı çıkmıyorlar. Fakat ABD, eğer Avrupa üzerindeki denetimini korumak ve çıkarlarını güvenceye almak istiyorsa, AB genişlemesine paralel olarak, NATO’yu da genişletmeyi bilebilmeli, diye düşünüyorlar. ABD yönetimlerine de bunu öneriyorlar. Nitekim sonuçta yapılan da zaten bu olmaktadır.

1989 çöküşünden beri NATO Avrupa’da AB’ye paralel, fakat ondan daha hızlı bir biçimde, onu önceleyerek genişlemektedir. Ne de olsa bu her bakımından daha kolaydır. Neden daha kolaydır? Zira ne yerine getirilmesi gerici burjuva yönetimlerini zorlayan “kriterler”i var ve ne de yeni üyeliklerin getireceği gereksiz özel bir ekonomik yük. Türkiye ellibeş yıldır bir NATO ülkesi ve bunun emperyalistlere getirdiği herhangi bir yük yok. Tersine, onlar hesabına her açıdan bir olanaktır bu üyelik. 

Oysa aynı Türkiye, on yıllardır kendini paraladığı halde, bir türlü AB üyesi bir ülke olamıyor. Zira olması durumunda bu, emperyalist ittifak için bir dizi sorun ve yük demektir. AB’ye bir uyum süreci gerekiyor, yeni aday ülkeler için. Ama NATO için böyle gereksiz can sıkıcı süreçler yok. Dolayısıyla NATO daha çok rahat bir biçimde genişleyebiliyor. 

Önden NATO genişliyor, arkadan zamanla AB. Baltık ülkeleri henüz AB’ye üye olmadan önce NATO’ya girmiş durumda idiler. Aynı şey Bulgaristan ve Romanya için de geçerli. Bu ülkeler çoktandır NATO üyesi, ama henüz AB üyesi değil. (Söz konusu iki ülke, bu konferansı izleyen günlerde, Ocak 2007’de, nihayet AB’ye tam üye olarak alındılar -HF)

Ve bu önden genişleme, aynı zamanda, ABD’nin Avrupa Birliği genişlemesini NATO üzerinden kontrol etmesi anlamına da geliyor. Aynı zamanda diyorum, zira bu tek, hatta asıl amaç değil. Asıl amaç elbette ABD’nin Avrupa’ya NATO üzerinden sağlam bir biçimde yerleşmesidir. Bu onun çok yönlü hesap ve çıkarlarının bir gereğidir. ABD, Avrupa’dan öteye, Avrasya üzerinde bir egemenlik kurmak peşindedir. Onun dünya imparatorluğu hesapları bunu gerektirmektedir. Tüm öteki adımların ve araçların yanı sıra, NATO genişlemesi de, bu stratejik hesapların içine oturmaktadır. AB genişlemesini bu yolla kontrol etmek de bunlardan biridir, ama yalnızca biridir.

NATO bünyesine alınmış ülkeler, dolaysız olarak Amerikan emperyalizminin askeri ve siyasal hegemonyası altına da girmiş olmaktadırlar. Böylece ABD, bu ülkeleri, tüm öteki yol ve yöntemlerin yanı sıra, bir de bu yoldan egemenlik ve kontrol altında tutmaktadır. Polonya güya AB üyesidir, ama AB’den çok ABD’nin denetiminde ve hizmetindedir. Bunu tüm öteki eski Doğu Bloku ülkeleri için de söylemek olanaklıdır. Fransa ve Almanya’nın açık muhalefetine rağmen Irak’a karşı oluşan emperyalist koalisyonun Avrupalı bileşimi, bu gerçeği ayrıca tescil etmiş durumdadır. 

Öte yandan, Avrupalı emperyalistler, tümüyle ayrı bir baş çekemedikleri sürece, politikalarını ve dolayısıyla çıkarlarını, ABD ile bağdaştırma yolunu tutuyorlar. ABD de bunun farkında, hem de çok iyi biçimde. ABD onların henüz cepheden ve geri dönülmez biçimde kendi karşısına geçemeyeceklerini çok iyi biliyor. Bunu Irak savaşı sırasında, savaşa muhalefet ederek Fransa ve Almanya bir biçimde gösterdi, ayrı bir baş çekmeyi denedi. Emperyalist batı kampında İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ilk kez bu çapta bir çatlak ortaya çıkmıştı. ABD’nin bu çıkışı hazmedemediğini, yeni ve eski Avrupa türünden söylemlerle AB’yi bölmekle tehdit ettiğini, hatta işi özellikle Fransa’yı cezalandırmaktan söz etmeye vardırdığını biliyoruz. Ama ne mutlu onlara ki, tam da Irak direnişi sayesinde, ABD’nin muhtemel şerrinden kendilerini kurtarabildiler. Irak direnişinin yarattığı sonuçların ağır etkisi altında ABD, Almanya ile Fransa’nın dünkü muhalefetini unuttu, önemli olan bundan sonrasını birlikte götürebilmektir deyip onlara uzlaşma elini uzatmak zorunda kaldı. Onlar da savaşın hemen ardından zaten muhalefetten yüzgeri etmiş, ABD’nin Irak’taki emperyalist işgaline BM kararları üzerinden onay vermişlerdi.

Ama bu olay bile, Avrupalı emperyalistlerin halihazırda ABD emperyalizminin karşısına kolayca çıkamadıklarını göstermektedir. Bunu kaldırabilecek bir güç ve hazırlıktan henüz yoksunlar. Bunun için hala zamana ihtiyaçları var. Bu nedenle, ABD’nin bugünkü gücü ve avantajlarını gözeterek, cepheden bir karşı karşıya gelişten olanaklı olduğunca kaçınmaya, işleri daha ihtiyatlı götürmeye, geleceğin kaçınılmaz karşı karşıya gelişlerine mümkün mertebe suyundan giderek hazırlanmaya çalışıyorlar. 

Tarihsel nedenlere de bağlı olarak, Fransa bu konuda daha atak ve açık davransa da, bu sinsi ve derinden gidiş Almanya için çok açık bir davranış biçimidir. Irak savaşının hemen öncesinde SPD, Irak savaşına muhalefet ederek seçimi kazandı. Ama Alman emperyalizmini ABD karşısında zamansız olarak belli bir sıkıntıya da sokmuş oldu. Daha o zamandan Hıristiyan Demokratlar bu tutuma açık bir biçimde muhalefet ediyorlardı. Hükümet olduklarından beri de ABD ile ilişkileri mümkün mertebe düzeltmeye çalışıyorlar. Zira ABD ile zamansız bir atışmayı kaldırabilecek durumda olmadıklarını biliyorlar. Bu, bugünkü koşullarda Alman tekellerinin çıkarlarına çok uygun bir yol ve politika değil henüz.

Zamansız olarak buna girişmek istemiyorlar dedim. Ama bu, çelişkilerin tümden yatışması ya da uyutulması anlamına da gelmiyor. Çelişkiler ve bunun ürünü sürtüşmeler, hatta çatışmalar, her şeye rağmen varlığını sürdürüyor. Nitekim bunu son zirve üzerinden bir kez daha görmüş olduk. Kapsamlı Siyasal Yönerge başlığı taşıyan ve otuz küsur maddeden oluşan bir bildirge yayınlandı, bu son zirvenin ardından. ABD’nin NATO’ya vermeye çalıştığı yeni yönün çerçevesi var bu belgede. Önümüzdeki dönemin stratejik yaklaşımları formüle ediliyor. Büyük ölçüde ABD’nin arzularına ve ihtiyaçlarına göre hazırlanmış. Ama Zirve’de bu da Fransa ve Belçika’nın açıktan, Almanya’nın ise daha dolaylı muhalefetiyle karşılaştı. Bazı hararetli pazarlıklara konu oldu. Sonuçta hiç değilse şimdilik belli bir uzlaşmaya bağlandı. Büyük ölçüde ABD’nin hesaplarına, ihtiyaçlarına ve öncelikli tercihlerine göre saptanmış yönerge imzalandı imzalanmasına ama, bunun uygulanmasında tüm ülkelerin tam onayı, yani oybirliği koşulu da, Fransa ve Belçika’nın çok özel muhalefetiyle belgeye eklendi. Sonuçta hem Amerika’nın ortaya koyduğu siyasal çerçeveyi onaylamak zorunda kaldılar, ama hem de uygulanması konusunda veto hakkını da kazanmış oldular. Böylece gelecekte kendi çıkarlarına uygun olarak yapacakları kirli pazarlıklar için önemli bir avantaj elde ettiler.

Bütün bunlar NATO’nun bir yandan ortak çıkarlara hizmet ederken, öte yandan farklılaşan çıkarları denetim altında tutmanın ve karşılıklı tavizlerle uzlaştırmanın bir aracı olduğunu göstermektedir. Söylenenlerden anlaşılmış olmalı; temelde ABD’ye hizmet etse de, örgütün bu işlevinin, ittifak bünyesindeki öteki emperyalistler için de hala bir anlamı ve önemi var.

Dünya jandarmalığı ve sudan bahaneler...

NATO’nun gerçekte aynı zamanda bir iç savaş örgütü olduğu olgusu üzerinde daha önce durdum. Varşova Paktı’nın ayakta olduğu dönem boyunca onun bu rolünün daha belirgin bir biçimde ön plana çıktığını vurguladım. O zamanlar bir soğuk savaş dengesi, bir “nükleer dehşet dengesi” söz konusuydu. Taraflar orduları karşılıklı olarak konumlandırmak, savaş makinalarını teknolojik olarak sürekli besleyip yetkinleştirmek, ama öylece de kalmak zorunda idiler. Oysa ittifak üyesi ülkelerin sosyal mücadelelerine, iç sınıf mücadelelerine müdahale, bu çerçevede Kontrgerilla ya da Gladio türü karanlık örgütler aracılığıyla kirli savaş, sürekli bir uygulamaydı. Bu alanda fiili icraat olarak NATO’nun yapmakta olduğu ve yapacağı çok iş vardı. Onun fiili icraat olarak uluslararası bir iç savaş örgütü işlevini öne çıkaran buydu.

Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Doğu Bloku’nun dağılması sonrasında, NATO’nun uluslararası bir savaş aygıtı olarak da rolünü artık fiiliyata döktüğünü görüyoruz. İlk uygulama Yugoslavya’ya karşı savaş olmuştu ve bu savaş, anlamlı bir tutumla, NATO’nun dünya polisi ilan edildiği Washington Zirvesi’nin hemen öncesinde başlatılmıştı. Yine de Yugoslavya, Avrupa sahasında bir ülke idi. Misyon alan dışı olsa da, coğrafya alan içi idi. Coğrafya olarak da “alan dışı” olan ilk ülke Afganistan oldu. 

11 Eylül’ün hemen ardından, NATO ABD’ye siyasal açıdan tam desteğini açıklamış, bu desteğin askeri bir biçim alabileceğini ilan etmiş, bunu da ünlü 5. Maddeye (Herhangi bir ittifak üyesi ülkeye yapılmış saldırı ittifakın tümüne yapılmış kabul edilecek ve buna göre mukabele görecektir, mealindeki maddeye) dayandırmıştı. Buna rağmen Afganistan’a karşı savaş başlangıçta daha çok bir Amerikan müdahalesi olarak başladı, NATO ve emperyalist müttefiklerin askeri desteği ve savaşa katılımı, bu ilk aşamada daha dolaylı biçimlerde gerçekleşti. Fakat 2001 sonbaharında başlayan Afganistan işgalinin resmi sorumluğunun ve komutasının 2003 yılından itibaren artık resmen de NATO’ya geçtiğini biliyoruz. NATO, eski Yugoslavya’nın ardından bu kez Afganistan’da, artık resmen de bir savaş ve işgal gücü olarak işbaşında. Genişlemiş biçimiyle 26 [bugün 30!] üyeli ittifak, Afganistan’da halen bir batağın tam göbeğinde, bu da bir başka gerçek. NATO’nun bir müdahale, savaş ve işgal gücü olarak devrede olmasıdır, burada önemli ve yeni olan. 

Kasım 2006’da Riga’da benimsenen yeni antlaşma bu konuda yeni tanımlar getiriyor ve hedefler ortaya koyuyor. NATO’nun benzer bir görevi bundan böyle dünyanın herhangi bir yerinde üstlenebileceğini açık hükme bağlıyor [2011 yılı Mart’ında Libya’ya karşı yürütülen savaş bunun bir örneği oldu- HF]. Dünyanın neresinde olursa olsun herhangi bir kriz bölgesine 30 gün içerisinde müdahale etmeyi olanaklı kılacak ve bunu uzun süreli olarak sürdürebilecek yeni askeri organizasyonlar gündeme getiriliyor. 

Böylece NATO, dünyanın dört bir yanındaki kriz ve çatışmalarda taraf olacağını resmen ilan etmiş bulunuyor. Düne kadar, adı üzerinde, Kuzey Atlantik İttifakı idi. Şimdi etkinlik alanını tüm dünya ve işlevini de küresel jandarmalık olarak tanımlıyor. İşin aslına bakarsanız fiilen bu her zaman böyleydi, ama bu şimdi resmen de bir politika olarak tanımlanıyor ve ilan ediliyor. Bütün bunlar önemli gelişmeler. 

Nitekim sorun tanımlamalardan öteye buna uygun somut organizasyonlar olarak pratikleştiriliyor da. Riga Zirvesi’nde kararlaştırılan Acil Müdahale Gücü (NRF) bunun bir ifadesidir. 30 bin kişilik, en son teknoloji ürünleriyle donatılmış, seri hareket edebilen, anında kriz bölgesine ulaşabilen bir yeni örgütlenmedir, burada söz konusu olan. Her an müdahaleye hazır bir kuvvet olarak düşünülüyor ve 2007 yılında kurulmuş olacak.

Tahmin edilebileceği gibi “terörizme karşı mücadele”, kriz bölgelerine yapılacak müdahalenin temel gerekçesini oluşturacak. Riga Zirvesi’nde kabul edilen yeni belgede bu önemli bir yer tutuyor. Bu son derece muğlak tanımlama, ihtiyaca göre her yöne çekilebilecek, her özel durumda bir bahane olarak kullanılabilecek, bu yeterince açık. Direniş örgütlerinin faaliyetleri kadar kontrol dışı ya da ABD zorbalığına şu veya bu biçimde muhalif devletlerin tutumu da pekâlâ “terörizm” kapsamında görülebilecek ve dolaysıyla “terörizme karşı mücadele”nin hedefi haline getirilebilecek. Bu yolla ülkelere ve bölgelere her türlü keyfi müdahalenin önü açılıyor. Şu veya bu ülkenin iç siyasal yaşamında dolaysız biçimde taraf olmak meşrulaştırılıyor. Örneğin Almanya’nın “terörizm tehdidi” altında olması bile bu kapsama girebiliyor. Böylece NATO’nun gerektiğinde bu ülkenin iç siyasal yaşamında dolaysız bir taraf ve elbette müdahale gücü olarak ortaya çıkmasının yolu hazırlanmış oluyor. Herhangi bir ülkede rejimi zorlayabilecek bir siyasal mücadeleye ya da sosyal başkaldırıya bu yolla müdahale edilebilecek. Önden Acil Müdahale Gücü ve arkadan NATO’nun savaş aygıtı, kurulu düzeni ayakta tutabilmek için şu veya bu ülkeye yönelik olarak seferber edilebilecek.

Yeni yönergede dile getirilen bir öteki müdahale ve saldırı bahanesi, sözüm ona “nükleer tehdit”in önlenmesidir. Bunun ucunun nereye varacağı da yeterince açık. Bu tanımlamayla birlikte, örneğin İran bir anda tüm NATO ittifakının açık hedefi haline getiriliyor. Ve daha ilk bakışta görülebileceği gibi, bütün bunlar, Amerikan emperyalizminin, onun militarist liderlerinin bugünkü dünya olaylarına bakışının bir yansımasıdır. Onlar, kabul ettirdikleri bu yeni yönergeyle, öteki emperyalist müttefikleri de NATO üzerinden kendi politikalarına tabi kılmak istiyorlar. 

Yeni yönergenin bazı Avrupalı emperyalist güçlerde rahatsızlık yaratması bundandır. Bu ülkeler, Amerika’nın maceracı ve sonuçta kendilerine de zarar verebilecek emperyalist hedeflerine ve planlarına, öyle ölçüsüzce alet olmayı çok da istemiyorlar. Bunu çıkarlarına uygun görmüyorlar ya da buna ancak kendi çıkarlarının da tatmin edilmesi koşuluyla destek vermek istiyorlar. Son yönerge kapsamında gündeme gelebilecek kararlarda oy birliği koşulu işte bunun bir aracı ve güvencesi olarak düşünülüyor.

NATO: Bir saldırı, savaş ve iç savaş örgütü/3

NATO temelde uluslararası bir savaş ve iç savaş örgütüdür, onun en temel özelliği, temel varlık koşulu budur. Bunun yanısıra o, aynı zamanda, batılı emperyalistler arasındaki ilişkileri düzenlemenin, çelişkileri kontrol altında tutmanın ve çıkarları uzlaştırmanın bir aracıdır, özellikle de örgütün patronu Amerikan emperyalizmi payına, bu onun ikinci temel özelliğidir. NATO’nun bu iki temel özelliği üzerinde durmuş bulunuyoruz. Şimdi de özellikle gelinen yerde kendini gösteren bir başka özelliği ya da işlevi üzerinde durmamız gerekiyor.

NATO ABD emperyalizminin elinde, kendi denetimindeki emperyalist ittifak dışında kalan ülkelere karşı da önemli bir güç, araç ve mevzi durumunda. Kuşkusuz bu özelliği bir bakıma NATO’nun çıkışında var; sonuçta NATO, devrimci sınıf ve halk hareketelerinin yanısıra temelde Sovyetler Birliği liderliğindeki sosyalist kampa karşı kurulmuş karşı-devrimci bir örgüt. Fakat yine de burada sistem karşıtı olan ya da hiç değilse başlangıçta bu niteliği taşıyan ülkeler sözkonusu. Oysa bugünün dünyasında bu konum ve nitelikte ülkeler yok artık.

Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku dağıldığından ve devrimci sınıf ve kitle hareketleri geri plana düştüğünden beri NATO kendine yeni bir işlev tanımlamakta ve bunu da denetim dışı her türlü devletin ya da hareketin üstesinde gelmek olarak somutlamaktadır. Aslında sorunun bu yanı, dünya polisliği olarak saptanan bu yeni rol üzerinde de yeterince durmuş bulunuyoruz. Fakat bu aynı misyonunun bugünkü ilişkiler ve güç dengeleri içinde biraz geri planda kalan bir önemli yönü daha var ki, bunun üzerinde de ayrıca durmamız gerekiyor.

Bugün Rusya ve Çin gibi emperyalist dünya rekabetinde belli bir yeri bulunan ülkeler, batı emperyalizmiyle ilişkilerini görünürde işbirliği içinde götürüyor görünseler bile, gerçekte özellikle ABD emperyalizmi ile ciddi sorunlar yaşamaktadırlar ve bu sorunlar gün geçtikçe kendini daha açık biçimde dışa da vurmaktadır. NATO kendini dünya polisi olarak ögütlerken, İran türü olaylara müdahale hakkını kendisi için sözde hukuki bir zemin haline getirirken, bunu aynı zamanda Çin’e ve Rusya’ya karşı da bir tavır olarak da geliştiriyor, bunu önemle akılda tutmak gerekir. Yani NATO’nun gerçek patronu durumundakı ABD emperyalizmi, Batılı müttefiklerini bu örgüt üzerinden kontrol altına almakla kalmıyor, buradan oluşmuş birliği ve yaklaşımı öteki emperyalist mihrakların karşısına da çıkarıyor.

Bunun hedefi durumundaki büyük devletler de bunun farkında. NATO’nun kendini batı emperyalizimininn dünya polisi olarak yeniden yapılandırmasına paralel olarak, Rusya ve Çin’in de kendi aralarında sıkı biçimde yakınlaşmaları ve Asya üzerinden kendi karşı ittifaklarını kurumlaştırma yoluna gitmeleri boşuna değil. Sonuçta Rusya-Çin eksenli Şangay İşbirliği Örgütü bu amaca dayalı bir çıkış. Emperyalist batı ittifakına Asya üzerinde verilmiş bir yanıt bu.

NATO’nun Rusya ile ilişkilerinin somut seyri ve bugünkü biçimi de bu gerçeği doğruluyor. ABD emperyalizmi bir taraftan NATO genişlemesi üzerinden Rusya’yı kuşatıp kıskaca alırken, öte yandan onu özel bir statü ile NATO’ya yakınlaştırmaya ve böylece yatıştırmaya çalışıyor. Geçmişteki 19 + 1, son genişlemeden sonraki 26 + 1 formülleri buna hizmet ediyor. Fakat bunlar geçici ve aldatıcı çözümler. Taraflar biribirlerinin konumunu ve niyetlerini gerçekte çok iyi biliyor. Rusya’nın NATO’yla 26 + 1 formülü üzerinden, güya bir tür 27. üye olarak sürdürdüğü ilişkiler, halklara karşı emperyalistler arası karşı devrimci bir işbirliğine hizmet ediyor, fakat NATO ile Rusya arasındaki sorunlara kalıcı bir çözüm getiremiyor. Rusya, NATO genişlemesiyle adım adım kuşatılıyor ve Rusya’nın bugünkü yöneticileri de bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyor. 26 + 1 formülü ya da özel statülü üyelik türünden sözde çözümlerle taraflar biribirini oyalıyor, ama olup bitenin gerçek anlamını da çok iyi bilerek yarına hazırlanıyor.

İran sorununun bugün aynı zamanda Amerikan emperyalizm ile Çin ve Rusya arasında bir çekişme konusu olması, bu çerçevede çok şey anlatıyor. İran, emperyalistlerin gözünde herşeyden önce petrol ve doğalgaz demektir, aynı zamanda petrol ve doğalgaz yollarının kesiştiği ya da ekonomik olabildiği bir coğrafi konum demektir. Çin ekonomisi bugün dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisidir ve giderek kendini gösteren temel önemde sorunu enerji, yani somut olarak petroldür. Bu çerçevede Çin, geleceğin enerji ihtiyacını bugünden güvence altına alabilmek için, dünyanın dört bir tarafında etkin bir çaba içerisindedir. Afrika ülkeleri ile kurduğu çok yakın ilişkilerin gerisinde herşeyden önce bu var. Nijerya’ya, bir takım başka ülkelere milyarlarca doları bulan yatırımlar yapılıyor ve bunun gerisinde, yineliyorum, büyüyen ekonomisinin enerji ihtiyacını şimdiden güvenceye almak var. İran köklü bir devlet geleneğine, dolayısıyla diplomasi yeteneğine sahip bir ülke olarak, buradaki ihtiyacı, dolayısıyla buradaki çelişkiyi görüyor ve bunu kendi manevra alanını genişletmek için kullanıyor. Çok önemli bir rafinerisinin %50 hissesini çok yakın bir zamanda Çin’e satması bu politikanın bir ürünü. Bunu bilerek yapıyor, bu yolla petrol silahını Amerikan emperyalizminin hoyratça tehditlerine karşı kullanarak kendi manevra alanını genişletiyor. Çin’in, Rusya’nın iştahını kabartarak, onların kendisine yönelebilecek bir müdahaleye bir biçimde karşı çıkmasını kolaylaştırmaya çalışıyor.

Kuşkusuz ABD’nin de buna karşı çok yönlü hamlelerle, kendi Batılı müttefiklerini farklı platformlar üzerinden ve bu kapsamda aynı zamanda NATO üzerinden İran’ın, İran üzerinden Rusya ve Çin’in karşısına çıkarıyor, daha doğrusu çıkarmaya çalışıyor. Son Riga Zirvesi’nde yayınlanan yeni belgede nükleer silah edinme çabalarının dolaysız tehdit ilan edilmesi ve NATO’nun dünya jandarmalığını öteki bazı tehditler yanında aynı zamanda bunun üzerinden tanımlaması bunu anlatıyor. NATO’nun bugünkü işlevi değerlendirilirken, giderek ön plana çıkan bu rolünü de gözönünde bulundurmak gerekir. NATO’nun adeta Rusya’yı dört koldan kuşatmak olarak ilerleyen Avrupa’daki genişleme sürecine, yanısıra bu genişlemeyi dünyanın öteki bölgelerine, Kuzay Afrika şeridinden uzak Asya’ya ve Avusturalya’ya kadar yayma çabasına aynı zamanda buradan bakmak gerekir. Bundan 5-6 yıl önce, Rusya’nın NATO’ya üyeliği üzerine yapılan tartışmalar sırasında, Henry Kissenger’ın, ama bu NATO’nun işlevinin boşa çıkarılması, böylece örgütün bitişi olur, derken anlatmaya çalıştığı da buydu. NATO ABD emeperyalizminin elinde aynı zamanda öteki emperyalist güçlere karşı önemli bir ittifak gücü olamayacaksa onun ne anlamı kalır ki demek istiyordu Kissinger.

NATO bugünkü genişlemiş haliyle 26 ülkeyi içeriyor. Bunlar ABD ve Kanada dışında henüz yalnızca Avrupa ülkeleri. Doğu Avrupa ülkelerinin önemli bir bölümü alındı, ötekiler ise sırada. Hırvatistan, Arnavutluk ve Makedonya sıradakiler, 2008 yılında üye olarak alınacaklar ve buna bugünden kesin gözüyle bakılıyor. Ardından sırada Balkanlar’ın geriye kalan son 3 ülkesi, Sırbistan, Karadağ ve Bosna-Hersek var, onlar da alınacaktır, alınmamaları için ortada bir neden bulunmuyor.

Öte yandan Ukrayna ile Gürcistan var. ABD’nin tam denetimindeki Gürcistan zaten başvurmuş bulunuyor. NATO’nun kendisine kalsa Ukrayna’yı da ittifak bünyesine hemen alacak, nitekim bu doğrultuda belirgin bir yönelim de var. Fakat bir yandan Rusya’nın sert muhalefeti, öte yandan Ukrayna’ın bir bölümünün karşıtlığı, bu süreci sancılı hale getirmiş durumda. Sonuçta NATO, NATO üzerinden de daha çok ABD emperyalizmi, Rusya’yı işte böyle çemberin içine almış bulunuyor. Ukrayna’da halen bir zorlanma var, ama süreç de ilerliyor. Acele etmiyor NATO şefleri ama hedefte Ukrayna ve Gürcistan’ı almak var kesinlikle. Sırada Azerbeycan da var; Azeri işbirlikçiler buna dünden hevesli, üyelik için başvurmuş da bulunuyorlar. Rusya’nın sert muhalefetine yatıştırıcı bir çare bulunabilirse onun da önü açılacak. Halen fiili işbirliği Gürcistan’ın yanısıra bu ülkeyle de hayli ilerlemiş durumda. Böylece Rusya tam bir kuşatmanın içine alınmaya çalışılıyor ve Rusya da bunu bütün açıklığıyla görüyor, biliyor ve karşı önlemler geliştiriyor.

Ama mesele bundan da ibaret değil, daha bir de Kuzey Afrika yayı var. Fas’tan ve Moritanya’dan başlıyor, Cezayir, Tunus, Mısır, Ürdün ve elbette ki İsrail’e kadar uzanıyor. Bu ülkelerle de “Akdeniz Diyaloğu” adı altında kurumlaşmış ilişkiler geliştirmeye yönelik bir perspektif ve fiili hazırlık var.

NATO başından itibaren İsrail’in, yani Siyonizm’in hizmetinde bir örgüt. Tersinden de İsrail, fiilen emperyalist NATO ittifakının Ortadoğu’daki kolu ve vurucu gücü durumunda. Burada resmi üyeliğin bir önemi yok, bir gereği de yok, zira bu yarardan çok büyük zararlar getirebilecek bir sonuç olur, emperyalist ittifak payına. Bütün bir Batı emperyalizmi, artı bütün bir NATO aygıtı, zaten her zaman İsrail’in hizmetinde ve elbette ki İsrail de onların. Aradaki işbirliği her açıdan ve tam, yani yüzde yüz boyutlarda. Fakat şimdilerde “Akdeniz Diyaloğu” adı altında daha açık ve kurumlaşmış ilişkilerin de yolu hazırlanıyor. Buna Kuzey Afrika yayındaki tüm işbirlikçi Arap ülkeler ve Ürdün de dahil edilerek.

Bitmedi, daha bunun bir de uzak Asya’sı ve Avusturalya’sı var. Japonya, Güney Kore, Avusturalya ve Yeni Zelanda, bu çerçevede ayrıca müttefik ilan edilmiş durumdalar. Bunların NATO’ya alınması sorunu da tartışılıyor. Böylece karşımıza kıtalar arası bir örgüt, beş kıtaya yayılmış haliyle bir NATO örgütlenmesi çıkıyor. Demek oluyor ki emperyalist ittifak örgütü sadece müdahale alanını küreselleştirmekle kalmıyor, ittifakların bileşimini de paralel olarak küreselleştiriyor. Bu da bir başka yeni durum.

Ama yine de bu yenilikleri fazla abartmamız gerekmiyor. Zira gerçekte burada esasa ilişkin bir yenilik yok. Güç fiili planda geçmişten bugüne aynı güç aslında, sadece bunlara daha resmi biçimler veriyor. Avusturalya ve Yeni Zelanda, Güney Kore ve Japonya, her zaman Batı emperyalizminin ittifakının bir parçası ve tam olarak hizmetindeydiler. Kaldı ki dünyada NATO bir tane de değildi o zamanlar. Güney Doğu Asya’da SEATO vardı ve bir tür Güney Doğu Asya NATO’su olarak biliniyor, böyle kabul ediliyordu. Nitekim üye bileşimi de bunu tanıklık ediyordu. Örgütün coğrafyası Güney Doğu Asya idi ama üyeleri arasında başta ABD olmak üzere İngiltere ve Fransa gibi batılı en büyük emperyalist devletler yer alıyordu. Filipinler, Tayland ve Pakistan’ın yanısıra şimdi yeni NATO adayları arasında isimleri geçen Avusturalya ve Yeni Zelanda bu örgütün, bu örgüt üzerinden de gerçekte NATO’nun üyesi idiler.

Bir de bir zamanların CENTO’su vardı, Ortadoğu NATO’su, ya da aynı anlama gelmek üzere NATO’nun Ortadoğu kanadı ya da ayağı işlevini gören. Ortadoğu halklarının direnişi CENTO’yu boşa çıkardı kuşkusuz, o da SEATO gibi tarih olalı çok oldu. Ünlü Bağdat Paktı olarak kurulmuştu, Bağdat düşünce CENTO’ya dönüştü, İran Devrimi’nin ardından ise tümden tarih oldu. Dikkate değer bir durum; SEATO da Vietnam Devrimi’nin ardından tarihe karışmıştı.

Demek istiyorum ki, bugün NATO’nun resmen dünyanın dört bir tarafına küresel olarak üyeler bakımından da yayılmasının sanıldığı kadar bir haber değeri yok. ABD emperyalizmi zaten küresel çapta kendi emperyalist blokunu savaş sonrası dönemden itibaren çeşitli biçimler içinde örgütlemiş durumdaydı. Japonya ve Güney Kore’de devasa özel askeri varlığı ile, SEATO’yla Güneydoğu Asya’nın göbeğinde... Bağdat Paktı ve CENTO ile Ortadoğu’da. Ek olarak Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve elbette ki Siyonist İsrail ile yine Ortadoğu’nun bağrında. Türkiye’den söz etmeye ise gerek yok; bir yandan NATO’nun Güneydoğu kanat bekçisi, öte yandan Bağdat Paktı ve ardından CENTO üyesi ve elbette başta İsrail olmak üzere bölgedeki tüm Amerikancı rejimlerle en sıkı fıkı ilişkilerin değişmez aktörü.

Bütün bunlarda, NATO’yu dünya ölçüsünde bir örgütü dönüştürmede bir bakıma bir yenilik yok. Ama bütün bu güncel çabaların yine de dikkate değer bir özel boyutu var. NATO’yu bu kadar büyütüp genişletmek gelinen yerde emperyalist çıkar ve amaçlara çok da uygun mudur, bu da tartışmalı bir nokta. NATO’nu tehdit ve şantaj, saldırı ve savaş kapasitesi artıyor böylece, buna kuşku yok. Ama aynı ölçüde bağdaştırılması gelinen yerde giderek daha da zorlaşan iç çelişkileri de büyüyor. NATO çok çelişkili bir bünye, sürekli olarak bunun yarattığı sıkıntılarla boğuşuyor. Son Riga Zirvesi üzerinden bir kez daha yansıdı bu. Riga’da 46 maddelik kapsamlı bir siyasal yönerge benimsemiş bulunuyorlar ama, bu kaç yıllık pazarlıkların ürünü olarak kotarılmış bir belge, bu da ayrı bir sorun. Kaldı ki buna rağmen bizzat belgenin kendisi yaşanmakta olan çelişkileri de bir biçimde dışa vuruyor. ABD dayatması konulanları, ötekilerin koydukları kayıtlarla sınırlıyor.

Avrupalı emperyalistlerin halen çok çelişkili bir pozisyonu var, bunun üzerinde daha önce de durdum. Hem ABD ile zamansız olarak karşı karşıya gelmek istemiyorlar, zira birçok bakımdan henüz ona bağımlılar, belli bakımlardan ona halen muhtaçlar da. Askeri bakımdan hala ABD karşısında kıyaslanamaz ölçüde zayıf durumdalar. Bu açıdan ona hem bağımlılar ve hem de kafa tutmak olanağından henüz yoksunlar. Öte yandan Avrupa’nın emperyalist tekelleri bir bölümüyle Amerikan tekelleri ile çok içiçe geçmiş bulunuyorlar, bu çerçevede çıkarları ortak ve bu çelişkileri sınırlayıcı bir rol oynuyor. Başta Ortadoğu olmak üzere enerji ihtiyaçlarını sağladıkları bölgeler, halen ABD’nin denetimi altında ve ABD’nin Irak’ı işgali, aynı şekilde bugün İran’ı hedef haline getirmesi, aynı zamanda bu denetimi ve dolayısıyla müttefiklerinin kendisine bağımlılığını daha da güçlendirmek hesabına dayanıyor. Bu hayati önemde denetimin dışına da çıkabilmiş değiller halen. Petrolün muslukları hala Amerikan emperyalizminin elinde. Bütün bunlardan dolayı Avrupalı emperyalistler ABD ile zamansız bir çatışmadan kaçınıyorlar. Ama kuşkusuz Amerikan vesayetine bu kadar çok tabi olmayı da istemiyorlar, gelinen yerde bu onları gitgide daha da zorluyor. Bu vesayetten gitgide kurtulmanın yollarını arıyorlar, AB güçlendikçe bu ihtiyaç daha da belirginleşiyor. Ama tersinden de ABD, onları hem bizzat AB içinden ve hem de NATO genişlemesi yoluyla adım adım izliyor ve denetimi kaybetmemeye çalışıyor. Bütün bunlar ilişkilerde ve elbette ki en başta NATO bünyesinde sorunlar ve gerilimler olarak kendini dışa vuruyor.

Nasıl AB çelişkili bir yapıysa, orada çıkarlar çatışıyor ve birlik oluşumunu bir biçimde zorlayabiliyorsa, benzer bir durum, belli bakımlardan daha belirgin biçimde, NATO’da da var. Büyüyen bir NATO sulanan bir NATO demektir aynı zamanda, asıl olarak sözümü buraya bağlamak istiyordum. Yani emperyalistlerin çıkarları böyle bir ittifak örgütü bünyesinde bir araya geldikleri için öyle çok kolay da bağdaşmıyor, tam tersine, ilişkiler daha karmaşık bir hal alıyor, çıkarları bağdaştırmak, çelişkileri kontrol altında tutmak giderek daha güç hale geliyor. Batılı emperyalistlerin bir kesimi, bunu özellikle Almanya ve Fransa şahsında görüyoruz, Rusya’yla, Çin’le bu kadar hesapsızca karşı karşıya gelmek istemiyorlar, çıkarlarını onlarla bağdaştırmak istiyorlar, örneğin. Alman başbakanları yılda iki kez Çin’i ziyaret ediyorlar, bu elbette boşuna değil. Çünkü çok büyük yatırımları ve buna dayalı çıkarları var orada. Kaldı ki Amerikan emperyalizminin tekelci hegemonyası karşısında bir parça soluklanmak ve manevra alanı bulmak için, Rusya ve Çin ile bu ilişkileri ayrıca bir imkan olarak değerlendiriyorlar. Aynı ülkeler Amerikan emperyalizminin NATO’yu kendi çıkar ve ihtiyaçlarına göre biçimlendirip kullanmasından da rahatsızlıklar duyuyorlar kuşkusuz.

Durumu ve gelişmeleri bilelim, ama bunun sonuçlarını çok da abartmayalım. NATO karar altına alsa da almasa da Amerikan emperyalizmi NATO içi ve dışı müttefikleri ile birlikte müdahale edebileceği yerlere zaten müdahale ediyor. Bu noktada savaş ve saldırganlıkta ABD emperyalizmi NATO’yu da aşıyor. Bu, NATO’yu, NATO eliyle yapılan müdahaleleri küçümsememiz anlamına gelmiyor kuşkusuz. Durumu ve gelişmeleri bilelim, ama ciddi çelişkiler ve sorunlar yaşandığını, bunun da zayıflatıcı etkisiyle emperyalistlerin her konuda fikir ve dolayısıyla davranış birliği içinde olamadıklarını da göz önünde tutalım. İşte Afganistan’daki durum. Bu ülkedeki gelişmeler NATO için bir prestij meselesi halini geldiği halde ittifak üyesi birçok ülke ek kuvvet göndermeye yanaşmıyor. Taliban’a yenilmek, rezaletin diz boyu olması anlamına gelir, büyük bir prestij kaybı olur bu NATO payına. Bunu biliyor, üzerine kara kara düşünüyorlar; ama buna rağmen Riga’dan net ve bağlayıcı bir çözüm çıkaramadılar bu konuda. Fransa ve Almanya, tüm ısrarlara rağmen güneye, yani Taliban’la sıcak çatışma bölgesine gitmeyeceklerini dile getirdiler. Alman başbakanı Merkel, Bush yönetimi ile ilişkilerini her bakımdan düzeltmek gayretinde olan biri, ama o bile bu konuda ayak sürüdü Riga Zirvesi’nde.

Bu durum, ABD’nin NATO’daki denetiminin epeyce bir erozyona uğradığını da gösteriyor. Afganistan konusunda dayatamacı olamadı, tüm uğraşlarına rağmen sonuç çıkaramadı. Yarın çıkarabilir, ama karşılığında belli tavizler vererek olabilir bu ancak, durduk yerde değil. Ancak bugün ayak sürüyenlerin bazı önemli çıkarları tatmin edildiği bir durumda olabilir bu. Örneğin Almanya ve özellikle Fransa’nın istenen türden bir desteği buna bağlı. Bilindiği gibi Fransa, geçen yıl bizzat Chirac’ın ağzından, gerektiğinde bazı ülkelere karşı nükleer müdahaleler de yapılabilir türünden açıklamalar yaptı ve kuşkusuz bu açıklamada hedef İran’dı. Oysa öncesinde ve şimdilerde İran bunalımını yatıştırmaya çalışanlar arasında bu aynı Fransa var. Bu birbirine zıt gibi görünen tutumların gerisinde ince hesaplar ve buna dayalı pazarlıklar var kuşkusuz. Yani emperyalistler kendi sefil çıkarları peşinde, hepsi kendine göre, kendi çıkar ve hesaplarına göre oynuyor. İşin bu yönü fazlasıyla açık. Bütün bunlar NATO’nun sorunlu, içinde farklı çıkar ve hesapların da çatıştığı bir ittifak örgütü olduğunu gösteriyor ve onun bu özelliği gitgide daha belirgin hale geliyor. Çünkü ‘89 çöküşünden beri NATO’yu bir arada tutan bağlar aşınıyor, yer yer çözülme belirtileri kendini gösteriyor.

Ama NATO’nun Türkiye ile ilişkileri ve Türkiye’deki icraatı çelişkisiz ve sorunsuz, başından beri ve halen. Türkiyeli devrimciler olarak işin bu kısmını, sorunun bu yanını çok iyi bilmek ve gözetmek durumundayız. NATO Türkiye’de sorunsuz bir varlığa ve icraata sahip. Üsleriyle bölge halklarına karşı, kontrgerillasıyla Türkiye’nin ilerici-devrimci güçlerine karşı. 50 yıldır ve hala da bu böyle. Önüne gelene efelenen Türk generallerinin iğne ucu kadar tek kelime söyleyemediklerini tek örgüt NATO ve tek devlet ABD’dir, bunu önemle akıl tutmak durumundayız. Bu ikiliye bir de Siyonist İsrail’i eklemek gerekir. Yakın zamanda, o ünlü 2 Ekim konuşmasında, yeni Genelkurmay Başkanı oraya buraya uluorta attı tutu. Herkese diyecek bir şeyler buldu, AB’yi doğrudan isim vererek kendince haşladı. Ama ABD ve NATO hakkında tek bir negatif söz söylemedi, söyleyemez de. Çünkü, Türkiye’nin yakın tarihini özetleyen ünlü ifadede dendiği gibi, “askerinin donuna kadar ABD’ye bağlı” bir örgütün başında duruyor.

Geçen yıl Milli Güvenlik Siyaset Belgesi güncellendiğinde, gene böyle bir konferansta, üzerinde uzun uzadıya durmuştum. Türk devletinin gizli ama gerçek anayasası demek olan bu belgenin yeni güncellenmiş biçimi kapsamında, Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Kafkasya’da ve iç Asya’da ABD ile birlikte hareket etmek, en temel dış politika konsepti olarak yeniden benimsemişti. Aynı şekilde NATO’nun yeni misyonuna etkin bir biçimde katılmak hükmüne yer verilmişti. Söz konusu belgede, “NATO’daki rolümüzü korumalıyız. NATO’nun farklılaşan siyasetinde yerimiz olmalı” deniliyor. “NATO’nun farklılaşan siyaseti” dünya polisi ve jandarmalığıdır, bunun üzerinde yeterince durdum. Ve Türk burjuvazisinin zirvedeki temsilcileri, bunun içinde yerimiz olmalı diyorlar. Bu daha somut olarak ne anlama mı geliyor? Bosna’ya, Kosova’ya ve Afganistan’a bakarsanız bunun ne anlama geldiğini görürsünüz. Türk ordusu NATO üzerinden buralarda işgalci bir güç olarak bulunuyor halen ve Amerikan emperyalizminin çıkarlarına hizmet ediyor.

Türkiye uluslararası politikada NATO politikaları ile hiçbir zaman sorun yaşamadı. Yugoslavya savaşına tereddütsüz olarak ve etkin biçimde katıldı. Türkiye’deki üsler bu savaşta kullanılacaktı, buna yönelik hazırlıklar tamamdı, savaş bitince buna gerek kalmadı. Afganistan’dan söz ettim; Türkiye’nin işbirlikçileri bu ülkede, üstelik eski bir sosyal-demokrat parti lideri şahsında siyasal komiserlik görevi üstlendiler, bir dönem askeri komutanlık yaptılar ve halen yaklaşık üç bin kişilik bir kuvvetle ordalar. Şimdi kendilerinden yeni kuvvet isteniyor ve muhtemelen verecekler.

Türkiye Amerikan emperyalizmine ünlü ifade ile göbekten bağlı, onun karşısında manevra imkanı olmayan, onunla çelişebildiği tek sorun denebilir ki Kürt sorunundan ibaret olan, onu da mümkün mertebe Amerika ile yumuşak bir pazarlığa bağlamaya çalışan bir ülke konumunda. İliklerine kadar Amerikancı, iliklerine kadar NATO’cu bir ülke Türkiye egemen sınıfı ve yönetimiyle. Kürt sorunundan dolayı Amerika’ya karşı zaman zaman çatlak sesler çıkaran bazı emekli Türk generalleri bile tam olarak NATO’cu.

NATO bizi, Türkiye’nin emekçilerini ve devrimcilerini, çok yakından ve en dolaysız bir biçimde ilgilendiriyor. NATO bünyesinde çeşitli türden sorunlar çıksa bile, Almanya, Fransa ya da Belçika ile çeşitli türden sorunlar yaşansa bile, bunun Türkiye’nin tutumuna ya da NATO’nun Türkiye’deki icraatlarına, ya da Türk devletinin ve ordusunun NATO üzerinden uluslararası hizmetlerine bir etkisi olmuyor, görünür bir gelecekte olmaz da. Türkiye’nin işbirlikçi burjuvazisi, başta ordu olmak üzere onun temel yönetici kurumları, denebilir ki NATO’nun en sadık destekçileri. 27 Mayıs darbecilerinin bile ilk işi, NATO’ya ve CENTO’ya bağlılıklarını bildirmek olmuştur. Türkiye’nin egemen ve yönetici sınıflarının uluslararası ilişkiler planında tam bir “milli mutabakat” içinde oldukları konuların başında, ABD’ye bağlılığın yanı sıra NATO’ya bağlılık var. Türkiye’nin devrimcileri olarak NATO’yu ele alırken bu gerçeği göz önünde bulundurmak durumundayız.

Türkiye’nin emekçileri ve devrimcileri olarak, 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerinin ABD’nin yanı sıra NATO ürünü oldukları unutmamalıyız. İkincisinin Brüksel’deki karargahta kutlamalara konu edildiğini bize Amerikancı yazarlar bildiriyor. Türkiye’de ‘60’lı yıllardan itibaren büyük bir güç ve yaygınlık kazanan özgürlük, bağımsızlık ve devrim mücadelesini boğan karşı-devrimci bir uluslararası örgütle yüz yüzeyiz, NATO şahsında. 1960’lı yılların devrimcileri bunu zamanında gördüler ve NATO’ya karşı etkili kampanyalar yürüttüler.

Biz ‘70’li yılların devrimcileri politik olarak değilse bile pratik olarak bu tutumun gerisine düştük, faşizme karşı mücadele adına, onun gerisindeki en dolaysız uluslararası güçlere yönelik mücadeleyi geri plana ittik. Oysa onlar dolaysız varlıklarını bize, 12 Eylül faşist darbesini bizzat planlayıp örgütleyerek ve başarısını da kutlayarak gösterdiler.

NATO Türkiye’nin iç sınıflar mücadelesinde dolaysız ve dolayısıyla tartışmasız olarak bir taraf, geçmişte olduğu gibi bugün de. Türkiye’de geleceğin muhtemel devrimi NATO ile hesaplaşmadan zaten bir zafer elde edemez. Devrimin zaferi salt iç düzen bekçileriyle değil, fakat aynı zamanda Amerikan ve NATO kuvvetleriyle hesaplaşmayı, bunların üstesinden gelmeyi gerektirecek. NATO’nun ünlü 5. maddesi zaten bu anlama geliyordu, şimdi üye ülkelerin iç sınıf mücadelesine yönelik olarak bu çok daha açık ve somut bir içeriğe kavuşturulmuş durumda. “Terörizme karşı mücadele” konsepti bunların başında geliyor ve bu gerçekte her ülkedeki sosyal mücadeleye dolaysız olarak müdahale anlamı taşıyor. Bilindiği gibi emperyalist sistemin ve işbirlikçi düzenin yöneticileri, sistemi ve düzeni tehdit eden her sosyal-siyasal mücadeleyi “terörizm” olarak niteliyorlar. NATO ise “terörizme karşı mücadele”yi kendi, yeni misyonunun, yani dünya jandarmalığının en baş dayanağı haline getirmiş bulunuyor. Son Riga Zirvesi’nin yeni belgesi buna daha açık ve kesin bir biçim veriyor. Dolayısıyla, Türkiye’de rejim için tehlike oluşturabilecek, onu tehdit edebilecek her türlü sosyal-siyasal gelişme, NATO’nun “tehdit” algılaması kapsamına girecek ve onun için dolaysız bir müdahale nedeni olacak.

Türkiyeli devrimciler olarak bunu da ayrıca akılda tutmalıyız. NATO’yu ve NATO’nun Türkiye ile ilişkilerini bütün bunları ışığında düşünmeli, ele almalı ve değerlendirmeliyiz. Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi, işçiler ve emekçiler arasında buna yönelik olarak sürdürmekte olduğumuz çalışmayı, dolaysız olarak NATO’ya karşı mücadeleyle de birleştirmeliyiz.

NATO’nun Kasım 2006’daki Riga Zirvesi’nin ardından, Aralık 2006’da verilmiş konferansın kayıtlarından oluşan bu metin, ilk kez olarak Nisan 2007’de üç bölüm halinde Kızıl Bayrak’ta (Sayı: 2007/14-16, 13-27 Nisan 2007) yayınlanmıştır...